Ve insan en büyük ihaneti, onu en çok sevene yaparmış. Yalnızlığımıza kimseler karışınca anlıyoruz!
Öyle bir an gelir ki, çocukluğumuza dair yaşanılan özlemler insanın içinde büyür kocaman bir dağ olur. Umutla baktığımız yarınlar, o bize güç veren yarınlar bugün bizden kopup gittiğinde pamuk ipliğine bağlı dostluklar karşısında bir sigara yerleştiririz kuruyan dudaklarımızın arasına. Uzaklara dalarız, içimiz acır. O vakit, işte o vakit hiçbir cümle kuramayız. Boğazımıza bir yumru çoktan oturmuştur bir kere.
Yarı uyanık zamanlar geçirdik bir çoğumuz. Bazen bir hastane odasının o samimiyetsiz duvarlarını izleyerek dualar ederken bulduk kendimizi. Bazen de pamuk ipliğine bağlı yaşamların koparılıp gitmemesi için dualar ederken. Sanki tüm mutluluğumuz oymuş gibi, başka hiçbir şey bize huzur vermeyecekmiş gibi, sanki ilk kaybettiğimiz oymuş gibi zamanlar yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Kabul edelim; birçoğumuz elimizdeki değerleri kaybetmeden kıymetini bilmiyoruz. Anne, baba, eş, dost, sağlık vs. Sahip olduklarımızın değerini anlamadan geçiyor hayat dediğimiz. Onca kaybolmuşluğumuzun arasında kendimizi bulduğumuzu zannedip en büyük ihaneti, en büyük saygısızlığı o zaman kendimize yapıyoruz. Oysa hayat dediğimiz şey geçmiş pişmanlıklarla yaşanacak kadar uzun değil!
Zamanı geldiğinde öyle güzel mutluluklar yaşıyoruz ki, başkalarının durumlarını görmüyor, sadece dünyada kendimiz yaşıyorcasına hareket ediyor, bencil insanlar haline geliyoruz. Keyifle uyuyor, mutluluk-neşeyle uyanıyoruz. “Varsın olsun, nasılsa bugün benim günüm!” diyerek en yakınımızdakileri dahi görmüyoruz. Çünkü odaklandığımız tek şey yaşadığımız duygu yoğunluğudur, başka bir şey değil!
Saygımızı yitiriyoruz tüm çevremizdeki insanlara; Annemize, babamıza, kardeşimize, arkadaşlarımıza… İşimize giderken ağacın tepesinde günü cıvıltısıyla selamlayan kuşa, beklediğimiz otobüs durağında ayağımıza dolanıp bizden şefkat bekleyen kediye vs. Saydığım çoğu şeye saygımızı yitirdiğimiz gibi, unutkanlığımız da başlıyor, o içimizdeki duygu yoğunluğuna kapılmışken. Doğum gibi neşeli haberleri yaşarken, ölüm gibi gerçekleri de unutuyoruz. Ve bizi yaratan, tüm kâinatın ve kudret sahibi olan ALLAH’ı unutuyoruz. Söyler misiniz o halde, insana verilen en büyük nimet “unutmak iken, aynı zamanda “ihanet” değil midir?
Böyle böyle kaybediyoruz işte yarınlarımızı. Mutlu olduğumuz zamanlar başarabildiğimiz kadar sadece “anı” yaşıyoruz. Bu zamana kadar yaşadıklarımızı yukarıdan bakmaya çalışıp tablo olarak gördüğümüzde genel durum; dünler ile yaşayıp, yarınlara olan inancımızı yitirip, bu günleri yaşamadığımız gerçeğidir.
Konuyu dağıtmadan asıl belirtmek istediğime dönmek istiyorum; UNUTUYORUZ arkadaşlar! Sonra başımıza bazı olaylar geliyor, yaptıklarımızı tek tek hatırlamaya başlıyoruz. Dertleniyoruz, kederleniyoruz, hüzünleniyoruz. Yaşadığımız bu durum kötü kararlar almamıza sebepler doğuruyor. Kötü alışkanlıklara yönelmeye ramak kala durup kendimizi, hayatımızı sorguluyoruz.” Ailem bunu hak edecek insanlar mı? “ sorusunu kendimize sorduğumuzda duraksıyoruz. Sonra bir derde, sıkıntıya düşen insanların ne yaptığını araştırıyoruz. Dua ediyorlar… Kısaca bir yaratıcının olduğunu, tüm güç ve kudretin ona ait olduğunu hatırlıyorlar.
Bu kez uzun zamandır yapmadığımız şeyi yapıyoruz. Abdestimizi alıp, namazımızı kılıyoruz. Alnımız secdeye değiyor, iç huzuru yaşamaya başlıyoruz. Secdede ettiğimiz dualar ârşa ulaşıyor ve bu kez rahmet olarak yağıyor, gökyüzünden yeryüzüne… Huzur buluyoruz. Durumumuz aynı şu şekilde; nasıl ki bir halının tozunu almak için defalarca vurup silkeler tozunu alırsak, Allah’ta bizleri halı misali silkeleyip onu hatırlamamızı ve hatırladıkça günahlarımızdan arınmamızı hatırlatıyor. Bu yüzden derdimiz olduğunda ALLAH tarafından cezalandırılıyor diye düşünmeyelim, belki de bizi günahlarımızdan arınmamız için uyarıyordur… RABBİM bizleri unutup ihanet eden kullarından eylemesin. İbadetlerimiz kabul, Ramazan ayımız kurtuluşumuza vesile olsun. Hayırlı Ramazanlar…
Emre Tamirciler