İnsanlar daima arkeolojik hayal gücüne sahiptir. Bu, bir açıdan, geride kalan izlerin üzerinde sürdüğümüz günlük yaşamımızı yeniden kurmaya yönelik, hafife alınan becerimizdir. Bir başka açıdan ise, bu hayal gücü son 200 yıl boyunca mesleki bir bilim dalına dönüştürülüp geliştirilmiştir.  Modern edebiyatın gelişimi de aşağı yukarı bu kadar vardır. Şimdiyse geçmişse ait nesneleri ve anıtları kazıyor, katalogluyor, ölçüp tanımlıyor ve analiz ediyoruz. Ne zaman bilinçaltımızı kazısak ya da kişiliğimizin katmanlarını ortaya çıkarsak, arkeologları taklit etmiş oluyoruz. Şiir bize bunu sağlamıyor mu? El değmemiş mezarları keşfetmek ayrı bir şeydir, bizden önce yaşamış insanların faaliyetlerini ve eserlerini kendi hayatımıza dâhil edebilme ve sıradan deneyimlerimizin ötesinde düşünebilme kapasitemizi keşfedebilmek bambaşka bir şeydir. Arkeoloji, hatırlamamızın yollarından birisidir.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Edebiyatta bu görevde değil midir? Şiir, tarih öncesinin vazgeçilmez sözlü arkeolojisidir. Sözlü arkeoloji, nesiller boyunca oluşturulmuş ve aktarılmış şiirsel ögelerin derlenmesi işidir. Piktogramlardan, çivi yazısına, mağara resimlerine kadar her yerde bir sanat ve şiir vardır. Arkeoloji bununla da ilgilenmiyor mu? (Sözlü arkeoloji benim bulduğum bir kavram. Daha iyi anlamanız için.)  Dolayısıyla edebiyat işin yazılı ve sözlü kısmıyla; arkeoloji bunun tarihsel kalıntılarıyla ilgilenir. Mesela Gılgamış Destanı hem bir edebi üründür hem de arkeolojik bir buluntudur. Yazının öncesinde de edebiyat vardır. Ve bunu arkeoloji olmadan ispatlamak biraz zordur. Gerçekler yalnızca hikâye içindeyse bir anlam kazanır. Pek çok arkeolog özdüşünümü bir zayıflık gibi algılar. Arkeoloji, insanların tutkunu olduğu bir faaliyettir. İçimizdeki şevke odaklanır ve heyecana yol açar. Bir arkeolog, daha en başından nesnelerle, çevresel ortamlar ve bunların yorumlanmasıyla kendi arasında özel bir bağ kurar. Edebiyatta bu işi yapan şiirdir. Elbette herkes bu değişimleri onaylamaz. Arkeoloji tıpkı edebiyat gibi bizim yaptığımız bir şeydir, bizim için yapılan bir şey değildir. Geçmişin bizim yorumumuza ihtiyacı vardır.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Fikir ve görüşlerimiz olmadan bunun hiçbir önemi yoktur. Geçmiş, bu fikir ve görüşler sayesinde pek çok farklı anlam taşıyıp modern yaşama katkı sağlayabilir. Bu ilk başta oldukça karmaşık görünebilir. Geçmiş nesneleri bulup tanımlamaya yönelik bir kavram, olsaydı kimse kimsenin fikrine karşı çıkmazdı ama öyle değil. Gerçekler kuramlarla dolu, yüklü bir bavul gibidir. Nesnel bir şekilde okunamazlar. Kültür tarihi, pek çok arkeolojik araştırmanın temelidir. Bu arkeologların büyük çoğunluğunun yaptığını sandığı şey olarak görülmektedir. Eğer hepimiz aynı fikirde olsaydık, geçmiş çok sıkıcı bir şey olurdu. Ayrıca nasıl insan olduk gibi sorulara verilecek kesin bir cevap olduğunu düşünseydik, arkeoloji ve edebiyat bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Eserler, özelliklerine göre incelenirler. Bunlar; oluşum, ham madde, biçim ve bezeme üzerine yapılan gözlemler olduğu kadar, üretim teknikleri ve eserlerin bulunduğu, oluşturulduğu ortamlar ile beraberinde bulunan bedenler, hayvanlar, diğer benzer ya da farklı eserler olabilmektedir. Örneğin Köktürk Abideleri, Mısır Piramitleri, Çatalhöyük duvar resimleri, Göbeklitepe kabartmaları gibi. Bağımsız bir tarihleme bulgusu olduğu için miktar da önemli bir özelliktir. Tıpkı matbaa öncesi ve sonrası kitap basmak gibi. İnsan kendi ördüğü değerler ağına takılıp kalmış bir canlıdır. Kültürünü bu örülmüş ağlar olarak ele alır ve bunu yasa arayışında olan deneysel bir bilim değil de anlam arayışında olan yorumsal bir bilim olarak analiz eder. Bu açıdan da edebiyat ve arkeoloji benzerlikler taşır. Bence edebiyat bölümlerinde bir dönemde olsa bazı arkeoloji dersleri verilmelidir.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Mesela Köktürk Abilerinin arkeolojik olarak da ele alınması tarihi ve gramerine farklı bir bakış açısı katabilir. Prehistorik Mimari’nin Asya boyutu gibi derslerden bahsediyorum. Anav, Keltimanar gibi kültürlerin öğretilmesinden bahsediyorum. İnsan kendi kültürünü en iyi arkeolojiyle öğrenir. Altın Zırhlı Adam buluntusunu tüm ayrıntılarıyla ve arkeolojisiyle öğrenen birisi bence tarihe de farklı bir gözle bakacak, benzer kültürleri tanıyacak ve sadece kendi kültüründe varmış gibi bir taraflılığa düşmeyecektir. Edebiyat ve arkeoloji koordineli hareket ederse Âdem’in boyunun 5 metre olduğu hurafeleri de böylece bitecektir. Mesela Klasik Arkeoloji’deki Mitoloji dersi Divan edebiyatını daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Çünkü buradaki pek çok olay Divan şiirinde de geçer. Gençlerimizi sınavla boğmaktansa onlara eğitimin zevkini tattırmak öncelikli hedefimiz olmalı. Edebiyat ve arkeoloji bu açıdan önemli diye düşünüyorum. Çünkü kültür ya da medeniyet; bilgiyi, inancı, sanatı, kanunu, ahlakı, gelenekleri ve toplumun bir üyesi olarak insan tarafından edinilmiş olan diğer tüm becerileri ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık yapının tamamıdır. Edebiyat bu mutfağın bir ürünüyken; arkeoloji bunun maddi kalıntılarını bir şekilde yakalayan konumundadır.