Etiket: hasret dilek delier

29 Ekim Kadınları Derneği Huzurevini ziyaret etti!

29 Ekim Kadınları Derneği Manisa Şubesi,  Huzurevi Sakinlerinin Anneler Gününü kutladı.. Ziyarete katılan yönetim kurulu üyeleri, huzurevi sakinleriyle ayrı ayrı ilgilenip, her birinin hatırını sorarak sağlık ve sıhhat temennilerini iletti. Hazırlanan hediyeleri kendilerine takdim ederek büyüklerin gönüllerini aldılar.




29 Ekim Kadınları Derneği Manisa Şube Başkanı Fatma Ayhan, yaptığı açıklamada; “Bugün Manisa Büyükşehir Belediyesi İsmail Muammer Cider Huzurevinde yaşayan annelerimizin anneler gününü kutladık. Mutlulukları görülmeye değerdi. Bizi çok sıcak karşıladılar. Annelerimize söz verdik. Ziyaretlerimizin kapsamını değiştirerek ziyaret sayılarını artıracağız. Daha sık bir araya geleceğiz. Büyüklerimizi sadece anneler günün de değil her zaman hatırlamalıyız. Hepsine saygılarımı sunuyor, ellerinden öpüyorum” dedi.

Haber: Hasret Dilek Delier

Can Dost Doğaseverler, iftar yemeğinde buluştu!

Manisa Can Dost Doğaseverler Grubu tarafından her yıl geleneksel olarak düzenlenen iftar yemeği renkli geçti. Dualarla başlayan iftar yemeğinde grup başkanı Yaman Üzeyir, başkan yardımcıları ve yönetim kurulu üyeleri, katılan davetlilerle yakından ilgilendiler. İftar programında kültürümüzün önemli bir rengi olan, Hacivat-Karagöz tiplemelerine ilişkin orta oyunu sergilendi.




Oyunu başarıyla gerçekleştiren grubun en küçük üyeleri olan yetenekli kardeşler beğeniyle izlendi. Ardından türkü dinletisi ile keyifli dakikalar yaşandı. Davete katılan grup üyeleri ve misafirler, Başkan Yaman Üzeyir ve yönetim kurulu üyelerine teşekkür ettiler. Ayrıca çok memnun kaldıklarını, her yıl düzenlenen iftar programının devamını talep ettiler. Can Dost Doğaseverler Başkanı Yaman Üzeyir, ” 7 yıldır gerçekleştirdiğimiz iftar yemeğimizin düzenlenmesinde emeği geçen yönetim kurulu arkadaşlarıma, katkıda bulunanlara, iftar yemeğimizi onurlandıran üyelerimize ve misafirlerimize teşekkür ediyorum” dedi.

Haber: Hasret Dilek Delier

Can Dost Doğaseverler grubu sinema gecesinde buluştu!

Haber: Hasret Dilek Delier

Manisa Can dost doğaseverler ailesi 72 kişi ile güzel bir sinema gecesi etkinliğinde bir araya geldi. Murat Göğebakan: ‘Kalbim Yaralı’ filmini izleyen grup duygulu anlar yaşadı. Filmin bazı sahnelerinde gözyaşlarını tutamayanların yansıra, başrol oyuncusu Burak Sevinç’in seslendirdiği Murat Göğebakan şarkılarına da eşlik ettiler. Filmin sonunda hatıra fotoğrafı çektiren Can dost doğaseverler grubu, gazeteci-yazar Hasret Dilek Delier’e duygu ve düşüncelerini aktardı.




Grubun yönetim kurulu üyesi Medet Akgül Özşen: “Filmi beğeni ile izlediğini ve oyuncu Burak Sevinç’i çok başarılı bulduğunu, şarkıları Murat Göğebakan’ın seslendirdiğini sandığını, Burak Sevinç’in seslendirdiğini öğrenince şaşkınlığını gizleyemediğini ifade etti. Başarılı oyuncuyu ve diğer oyuncuları da tebrik etti.”

Grup üyesi Sevda Şahin: Filmi çok beğendim. “Murat Göğebakan’ın hayatını bilmiyordum. Filmi izleyince öğrendim ve çok duygulandım” dedi.  Grup üyesi gazeteci Caner Kılıç: Film sahnelerini çok beğendim. Oyuncuları başarılı buldum. Çok duygulandım. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Harika bir film izledim. Oyuncuları, yapımda ve yayında emeği geçen tüm ekibi ayrı ayrı tebrik ediyorum” dedi.

Grup başkanı Yaman Üzeyir ise “Sinema salonunu kapatıp izleyeceğimizden emindim. Murat Göğebakan’ın hayatını merak edip izlemek isteyen çoktu. Davetimi kabul edip gelen can dostların büyük bir aile olduğunu görmek beni mutlu etti. Dün gece Can dost doğasever ailesi 72 kişi ile güzel bir sinema gecesinde buluştu. Katılan herkese teşekkür ediyorum. Ayrıca Can dost doğaseverler grubu olarak filmde emeği geçen herkesi tebrik ve teşekkür ediyoruz.
Filmi izlememizi öneren, sinema salonunu organize edip emeği geçen gazeteci-yazar Hasret Dilek Delier’e, 45 Park Sinerol Sinema yönetici ve çalışanlarına, bizimle ilgilenen Batuhan kardeşimize sonsuz teşekkürler.”  Diyerek duygularını aktardı.

Türker Alpertonga: ”Bu ülkenin her bireyinin düşlerini süsleyen bir gelecek vardır.”

Yazarlığa başladıktan kısa süre sonra editörlük ve yayın yönetmenliği de yapmaya başlayan Türker Alpertonga ile hayatı, yazarlık ve yayıncılık üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Röportaj: Hasret Dilek Delier

 

Merhaba Türker Bey, öncelikle biraz kendinizden bahseder misiniz?
Merhaba Dilek Hanım. 1975 Malatya doğumluyum. İlkokulu Malatya’da, ortaokul ve liseyi İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde tamamladım. Ankara Üniversitesi DTCF Tarih bölümünden 1997’de mezun olduktan sonra uzun yıllar özel eğitimcilikle meşgul oldum. Kitap yazma macerasına atıldığım son birkaç yılın akabinde yayıncılığa da merak sardım. İki yayınevinde editörlük ve yayın yönetmenliği yaptıktan sonra henüz kuruluş aşamasını gerçekleştirdiğimiz Düş Kurguları Yayınevi’nde Yayın Yönetmeni olarak görev yapmaya devam etmekteyim. Evli ve üç çocuk babasıyım.

Eğitimci kökenli olduğunuzu ifade ettiniz. Peki, yazarlık ve yayıncılık yapmaya nasıl karar verdiniz?
Eğitimci olmam yönüyle hayatım boyunca kitaplarla zaten hep içli dışlı oldum. Roman tarzı kitapları çok okumam, bununla birlikte birçok sinema filmi izlemem ya beni hayalperest bir insan yaptı ya da zaten karakterimdeki hayalperestliği tetikledi. Yazmak aslında gençliğimden beri içimde bir ukdeydi. Fakat bir türlü cesaret edemiyordum. Gençliğimde karaladığım ama muhafaza edemediğim bazı şiir ve hatırat türü yazılarımı saymazsak ilk defa ciddi olarak kalemi elime almam kırklı yaşlarımın ortalarında mümkün oldu. Bir Ramazan gününün sabah saatlerinde nedendir hatırlamadığım, içimin oldukça sıkıntılı olduğu bir zaman diliminde kendimi teselli etmek için yazdığım bir şiirle yazmaya başladım diyebilirim. Fakat ilginç olan; o yazdığım şiir amacına ulaştı ve şifa etkisi yapıp iç sıkıntımı izale etti. Bu çok hoşuma gitti tabii. Anladım ki benim derdimin ilacı yazmakmış. O günden sonra da şiirler yazmaya ve bir süre sonra da roman yazmaya başladım. İkinci romanımı çıkarmak için gönderdiğim yayınevinin editörü, romanımı incelerken editöryal olarak hiç zorlanmadığını, oldukça temiz bir dosya olduğunu belirtince yayınevinden editörlük teklifi geldi. Ben de o dönemde hiç düşünmeden kabul ettim ve böylece 2020 yılının yaz aylarından itibaren yayıncılığa da ilk adımımı atmış oldum.




Yazarlık ve yayıncılığın hayatınızda aldığınız en iyi kararlar olduğunu söyleyebilir misiniz?
İş anlamında söyleyebilirim. Hayatımın birçok döneminde her anlamda önemli kararlar aldığım oldu. Bunlar içinde tabii ki yazarlık ve yayıncılık, hayatımda yeni bir dönemin başlamasına sebep oldu.

Hayatınızda kötü kararlarınız oldu mu peki?
Bazı kararlarımdan dolayı zarar görmüş olsam da ben aldığım hiçbir kararımı kötü olarak tanımlamadım bugüne kadar. Çünkü hayatta hepimiz birçok şeyi yaşayarak, tecrübe ederek, bazen de risk alarak öğreniyoruz. Görünüşte kötü olan bir şey sonuç olarak iyi olabiliyor aslında. Herkeste olduğu gibi benim de hayatımın bazı safhalarında inişlerim çıkışlarım oldu elbette. Sonuç olarak hayat böyle bir şey zaten.

Çalışmalarınızda ailenizin etkisi ve desteği oldu mu?
Önemli kararlar almadan önce eşimle mutlaka istişare etiğim için hâliyle ailemin hep desteğini gördüm. Her aile babası gibi ben de hayatımı aileme endeksli yaşadığım için, onların hayatını olumsuz etkileyecek bir karar almamam gerekir. Fakat bazen insanın elinde olmayan olumsuzluklar yaşanabiliyor. Böyle durumlarda da çok şükür yine ailemin desteğiyle bazı badireler atlattım diyebilirim.

Tekrar yazarlık konusuna dönecek olursak, ilk kitabınızı çıkarmaya nasıl karar verdiniz. Kitabınızı yayımlama sürecinizde zorluklar yaşadınız mı?
İlk çıkardığım kitap, Vicdanını Asla Öldürme adındaki romanımdır. Birçok yazarda olduğu gibi romanı tamamlayınca bir an önce yayımlanması düşüncesi beni de heyecanlandırdı. Fakat yine de heyecana kapılıp acele karar vermedim. Önce defalarca üzerinden geçip editöre çok fazla iş bırakmadım. 350 sayfalık ilk romanımın yazım aşaması yaklaşık on ay sürmüştü. İki üç ay kadar da üzerinde ayrıca çalışarak bir yıl gibi bir sürede tamamlamış oldum. Bu arada kitabımı nerede yayımlatabilirim diye internette sürekli araştırmalar yapıyordum. Araştırmalarım sonucunda Türkiye’nin önde gelen yayınevlerinde kitabımın yayımlanmasının şimdilik hayal olduğunu anladım.

Neden bu düşünceye kapıldınız?
Edebiyat forumlarında rastladığım birçok yeni yazar ya da yazar adayının yorumları oldukça moral bozucuydu. Birçoğunda bu yayınevlerinin yeni yazarlara asla şans vermediğinden, gönderilen dosyayı ortalama dört-altı ay arası beklettikten sonra okumadan ret cevabı verdiklerinden bahsediyorlardı. Bunun yanı sıra baskı maliyetini karşılamak şartıyla kitap çıkaran yayınevleri de vardı ve anlaşılan o ki ben de bu yayınevlerinden birinin kapısını çalacaktım. Fakat yine de acele karar vermeyip önde gelen yayınevlerine dosyamı göndermeye karar verdim. En fazla altı ay daha sabredecektim, diğer ihtimal zaten cepteydi. Sayısını tam olarak hatırlamıyorum, yedi sekiz civarında yayınevine dosyamı gönderdim. Bazılarından iki üç ay içinde ret cevabı geldi. Biri de altıncı ayda reddederken bir diğeri de kitabımı maliyetini üstleneceğim yayıneviyle anlaşma yaptıktan sonra ret cevabı verdi. Cevap yazma tenezzülünde bulunmayan da oldu bu arada. Her neyse, ben hayalimdeki yayınevlerinde kitabımı çıkaramayacağımı anlayınca diğer ihtimali devreye soktum. İlk görüştüğüm yayınevi yangından mal kaçırır gibi acele dosyanı göndermemi istedi. Dosyamı gönderdikten yarım saat sonra da arayıp, kitabımı okuduklarını, hemen basabileceklerini söylediler.




Önceki yayınevlerinden sonra bu yayınevinin hızı sizi şaşırtmış olmalı.
Şaşırmaktan ziyade işkillendim ve bu sefer de ben yayınevini reddettim. Defalarca reddedildikten sonra reddetme makamına yükselmekten büyük haz aldım. Latife bir yana, aslında bu durum hayatın değişmez bir kuralını da gözler önüne seriyor. Yani maddi gücünüz ya da pozisyonunuz varsa başkaları hakkında karar verme gücünü de elinizde tutabiliyorsunuz. Konuya dönecek olursak, o günlerde aklıma yatan bir yayıneviyle maddi külfeti üzerinde anlaşarak ilk kitabımı çıkarmaya muvaffak olabildim.

İlk kitabınızı elinize aldığınızda neler hissettiniz?
Bu soruya yazarlar genelde, bir çocuğum doğmuş gibi hissettim gibi cevap verirler ve evet, ben de buna yakın duygular hissetsem de içimde biraz burukluk vardı. Çünkü her yazarın yazma amacı, kitabının değer görmesi; yani okunması, yorumlanması ve gündem olmasıdır. Bazıları der ki; ben yazayım da satıp satmaması önemli değil. Bu aslında biraz züğürt tesellisidir. Satılmayacaksa, okunmayacaksa, insanın sırf kendini tatmin etmek için kitap çıkarmasını ben anlamlı bulmuyorum. Tatmin olmak isteyen yazar, yazdıklarını sosyal medyada ya da bazı edebiyat sitelerinde paylaşır; okuyanlardan bazıları yüreğine sağlık diye altına yorum yazar, bazıları da alkış ya da gülücük emojisi atar, bu kadar. Fakat kitap çıkarmak ciddi bir emek işidir. Paradan daha kıymetli zaman harcanıyor. İlk kitabımı çıkarmak, benim bir buçuk yılıma mal oldu. Ha tabii bu zaman zarfında yedi yirmi dört kitapla meşgul olmadım, bu arada geçimimi sağlamak için işimde çalışmaya devam ettim ama yeri geldi uykumdan kıstım, yeri geldi aileme ayıracağım vakitten çaldım. Dolayısıyla kitap çıkarma meselesi bu kadar ayağa düşürülmemeli bence.

Sizce Türkiye’de kitap çıkarmak ayağa mı düştü?
Şu anda aynı zamanda bir yayıncı olarak bu sorunuza üzülerek de olsa evet cevabını vereceğim. İnsanların yazarlık hayalini suiistimal eden o kadar çok yayınevi var ki; birçoğu çok berbat bir dosya da gönderseniz, çok beğendiklerini ifade ederek basmak için yazarla anlaşmaya çalışıyorlar.

Bundaki amaç nedir? Yayınevi bu tarz kitaplar çıkararak kendi markasını zayıflatmış olmaz mı?
Burada markanın itibarı kaygısı yok tabii. Tamamen ticari bakılıyor meseleye. Bazıları birden fazla isimle faaliyet yapıyorlar; biraz okunacak gibi olanları birinde, hiç edebi değeri olmayanları da diğerinde basıyorlar. Yazardan parayı aldıktan sonra kitabın satıp satmaması önemli değil onlar için, ola ki satarsa o da üzerinin kârı oluyor.

Yayın yönetmenliğini yaptığınız Düş Kurguları Yayınevi’nin yayın politikası hakkında bilgi verir misiniz?
Düş Kurguları bir yayınevinden çok ileriye yönelik bir projedir aslında. Şu an için görünen kısmı sadece yayıncılık üzerine olduğu için şimdilik bu yönüyle konuşmayı tercih ederim. İsim babası sizin de yakinen tanıdığınız kıymetli Feridun Hocalar ağabeyimizdir. Bu işe gönül veren arkadaşlarla yola çıktık ve dokuz kişilik bir ekiple faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Kurulduktan kısa bir süre sonra yayınevimize birçok dosya başvurusu oldu. Dosyaları öncelikle edebi yönüyle inceliyoruz. Yazar kitabını çıkarmak için para teklif etse dahi edebi olarak yeterli bulmadığımız dosyaları kitaplaştırmıyoruz. Bu durum her ne kadar ticari açıdan aleyhte bir durum olarak görülse de aslında uzun vadeli düşünüldüğünde yayınevimizin lehine olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte kitap olmayı hak eden eserleri okurlarımızın beğenisine sunmuş olmanın gönül rahatlığını yaşıyoruz. Yayınevimizin aynı zamanda kitapokutan.com adında bir kitap satış sitesi bulunmakta.

Yazarlar ya da yazar adayları Düş Kurguları Yayınevi’ni neden tercih etmeli?
Ben bu soruyu kalemine güvendiğim yazarlara şu şekilde soruyorum: Zaman ve emek harcayarak yazdığınız eserinizin, edebi değer gözetmeksizin her dosyayı basan kitapların arasında mı yer almasını istersiniz, yoksa sadece nitelikli eserlerin arasında mı çıkmasını istersiniz? Bu soruya tüm yazarların vereceği cevap bellidir. Ayrıca biz yayınevi olarak kitaplarımızın ve yazarlarımızın tanınması için internet ve sosyal medya alanına başından beri ciddi yatırım yaptık. Sosyal medya ve reklam uzmanlarıyla çalışmaktayız. Burada yazarın bireysel gayreti de önemlidir elbette ancak biz de yayınevi olarak üzerimize düşeni fazlasıyla yerine getirme gayreti içindeyiz. Bunun sonuçları orta ve uzun vadede çok daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Türkiye’de kitap okuma oranının oldukça düşük olması yayıncı olarak sizi kaygılandırmıyor mu?
Bu sadece yayıncıyı değil herkesi kaygılandırmalı. Özellikle Avrupa ülkeleri ile kıyaslama yapıldığı zaman arada korkunç bir uçurum görülüyor. Ben umutsuz değilim. O da şundandır ki bu ülkenin her bireyinin düşlerini süsleyen bir gelecek vardır. Bir gün Türkiye’nin dünyanın sayılı devletlerinden biri olacağı, Türk halkının müreffeh bir hayat standardına kavuşacağıdır. Fakat bunun gerçekleşmesinin tek bir yolu vardır. O da Türkiye’deki kitap okuma oranının en az Avrupalı devletler seviyesine çıkmasıdır. Bu gerçekleşmedikten sonra boş hayallere kapılmanın manası yoktur. Bazıları bir kurtarıcı beklerler, gelsin de bizi kurtarsın diye; işte o kurtarıcı kitaplardır.

Yazar Muhammet Daştan ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Hasret Dilek Delier’in Özel Röportajı!

Kalemiyle sadece öyküler, romanlar yazmayan, gerçek hayat hikâyelerine dokunan, kadınların yaşadığı sorunlara değinen, sevilen bir yazar Muhammet Daştan. Kendine özgü dili, ayrıntı seven anlatımı, ilk kitabıyla çoktan okurlarının kalbinde taht kurmuş olsa da yeni keşfedenler için eserlerinden biri olan ‘Yaban Eller’ ile başarılı yazar yeniden karşımızda..

Hasret Dilek Delier: Muhammet Daştan’ı anlatır mısınız?

Muhammet Daştan: Erzurum Aziziye ilçesinde doğdum. İlkokulu ve ortaokulu Aziziye ilçesinde, liseyi Erzurum’da okudum. İşim gereği çok seyahat ettiğim için farklı kültürler ve yaşamlarla karşılaşıyorum ve bu karşılaşma yazmam için bana ilham kaynağı oluyor.

Hasret Dilek Delier: Yazmaya nasıl başladınız?

Muhammet Daştan: Yazmaya lise döneminde İngilizce öğretmenin Deniz Biçer’ in bize hayattan beklentimizi yazmamızı bir sonraki haftaya ödev verdi. Ben bir yaprak önlü arkalı doldurup teslim ettim. Sonraki hafta dersimize girer girmez, ismimi söyleyerek sözlüden yüz verdi. Çok başarılı bir yazı olduğunu söyledi. “Ders bitiminde beni çağırarak, sen de yazma yeteneği var, bu konuda önünü çok parlak görüyorum yazmalısın’’ demesiyle başladım.

Öyle ki her gördüğü yerde okul çıkışı, ders bitimi, okul koridoru, yani her fırsatta söyleyip kendimi geliştirmem için elinden gelini yaptı. İlk başta fazla önemsemedim. Fakat daha sonra göçmen bir kadınla tanışıp hayatından etkilenerek karalamaya başladım. Hocamın söyledikleri aklıma geldikçe yazmaya gönül vermeye başladım. Zaman geçtikçe yazmak hayatımın bir parçası oldu. Hayatımda bu gelişmeler olurken çok geçmeden gerçek bir hayatı anlattığım kitabımı kaleme almaya başladım.
2011 yılında Sivas’ta geçirdiğim bir kaza sonucu yazdıklarım kayboldu. Bu vahim kazadan sonra yazmaktan vazgeçmişken Çanakkale’nin Eceabat ilçesinde yaptığım seyahatte tanıştığım bir yaşlı çobanın hayatı beni etkisinde bıraktığı için yeniden yazmaya karar verdim. 2019 yılında ‘’Göç ve Kadın’’ kitabımı okurların beğenisine sunarak, ikinci kitabım “Yaban Eller” 2021’de yayınlandı ve halen hocamın verdiği öğütlere geç kaldım diye bazen kızıyorum kendime. Ama şu an için üçüncü ve dördüncü romanımın yazım aşamaları bitirip düzenlemelerini yapmaktayım.




Hasret Dilek Delier: Ne zamandan beri yazıyor sunuz?

Muhammet Daştan: 2004’te başladım yazmaya ama kitap nasıl basılır, şartlar nedir, düşüncesinde yazıyordum. İlerleyen yıllarda öyle ki yazdıklarım tozlanmaya yüz tutmuştu, olur mu, olmaz mı düşüncesi içerisinde, yıllar geçiyordu ve ben içimdeki yazma aşkıyla mücadele ediyordum. Resmen savaş veriyordum. Olur mu olmaz mı? Yazmalı mıyım? Yazmamalı mı? Diye kendime sorular sormaya devam ederken İngilizce hocamın Ankara’ya tayini çıkmıştı. Hemen yanına gittim. Aradan yıllar geçmişti belki hatırlamaz beklentisi içinde beklerken, yanıma ilk gelir gelmez hoş geldin dedikten sonra, hal hatır sormadan yazdın mı, hani imzalı kitabım? Dedi.
Başımı öne eğmekten başka bir şey yapmadım karşısında. Elini omzuma koydu ve dedi ki; hiçbir şey için geç kalmış değilsin, kaldır başını. Oturup çayımızı içerken, tekrar tekrar o eşsiz ışığıyla yol gösterdi ve bu kez söz verdim. Sözümde durmaya çalışıyorum yazdığım eserlerle..

Hasret Dilek Delier: Şu an a kadar kaç roman yazdınız ve kaçı yayımlandı?

Muhammet Daştan: Şimdiye kadar düzenlemeleri bitirilmemiş 5 romanım var. Bunların dışında, 2019 yılında Göç ve Kadın, 2021’de Yaban Eller isminde iki romanım raflarda yerini aldı.

Hasret Dilek Delier: Eserlerinizde en çok neye dikkat edersiniz ?

Muhammet Daştan: Eserlerimde en çok romanda ismi geçen karakterlerin tamamen gerçek hayattan olmasına dikkat ediyorum. Günümüzde kiminle konuşsam hayatı roman olacak o kadar insan var ki, hayal etmeye gerek kalmıyor. Öyle ki ülkemizde kadınlar çok üzülerek söylüyorum; hak etmedikleri ne varsa onlarla karşılaşabiliyorlar, bunun yanında çok güçlü olmayı öğrenip, her şeye rağmen hayatta tutunabiliyorlar. Göç ve Kadın romanım da olduğu gibi Yaban Eller’ de bu güçlü kadınların hayatından ilham alarak bu iki eserimi yazdım. Zaten bana yazmalısın diyen hocamda bir kadındı. Bu iki kitabımın temeli yıllar önce atılmış oldu. Buradan sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Ve bu vesile ile Deniz Biçer hocama şükranlarımı iletmek istiyorum. Hocamın bana gösterdiği yolu anlatacak bir kelime bulamıyorum maalesef.

Hasret Dilek Delier: Yazılarınızı çalışma odanızda mı yazıyorsunuz? Aklınıza gelen betimlemeleri hemen kaleme döker misiniz ve ilham kaynağınızı nasıl açıklarsınız?

Muhammet Daştan : Yazılarımı hiçbir zaman çalışma odamda yazmadım. Açıkçası çalışma odamda yok. İşim nedeniyle sürekli seyahat halindeyim, bu nedenle bilgisayar kullanmıyorum, deftere yazıp en son aşamasında bilgisayara yazıyorum. Aklıma gelen betimlemeleri telefonumun not kısmına kaydediyor sonra yazıyorum. ilham kaynağım ise sürekli seyahat halinde olduğum için, Türkiye’nin dört bir yanına gidiyorum. Gittiğim ilde aylarca kalabiliyorum. O ildeki insanlarla tanışıyorum. Kültürleri, hayat kriterleri, yaşam öyküleri, yaşam mücadelesi ve olumsuz olan her şeyi görüp duyuyorum. Dediğim gibi her insanın bir romanlık hayatı vardır. Ben de dikkatimi çeken olayları not alıp sonra bir kitapta buluşturuyorum.

Hasret Dilek Delier: Bir yazar için hayal gücü ne demektir ve yazar adayları için tavsiyeleriniz nelerdir?

Muhammet Daştan: Bir yazar olarak benim için hayal gücü çok önemli değil. Ama romanda bulunan karakterleri yazarken birebir o duyguyu, üzüntüyü, acıyı, sevinci, başarıyı ve karakteri yaşamak gerek. Ben şahsen öyle yapıyorum öyle ki Yaban Eller’ de sol kolu olmayan Yaprak hanım karakteri var. Tek koluyla onlarca insanın hayatını kurtarıp ve iyilik yaptıkça, ben de Yaprak hanımın başarısına sevinip, mutlu oluyordum. Her yazar benim gibi yazdığı karakterde mutlu olup üzülür mü bilmiyorum.
Yazar adayları için tavsiyelerim; dediğim gibi her yerde hayatı roman olacak insan var en yakınımızda olabilir. Anne, baba, komşu, arkadaş, akraba, veya iş yerinde mutlaka çevrelerindeki insanların hayatlarıyla başlayarak kolay bir yol çizebilirler. Asla benim gibi yazmayı ertelemesinler, başarmak için başlamak gerek.
Ülkemiz de çok başarılı yazarlar çıkmış ama bazı yazarlar sosyal medyalarda genelde yabancı yazarların sözlerini alıntı yapıyorlar ve örnek alıyorlar. Oysa ki Türkiye’nin geçmişinde onlarca başarılı yazar var, isimleri saymakla bitmez. Bu yazarları örnek alırsak kendi ülkemiz adına dünyada daha çok başarıya imza atmış oluruz.




Hasret Dilek Delier: Sizce kitap okuma alışkanlığını kazandırılmak için neler yapılmalı?

Muhammet Daştan: Maalesef ülkemizde kitap okuma alışkanlığı bir dönem yok gibiydi ama şu an metro ve benzeri şehir içi ulaşımlarında genç nesilin elinde tablet ve telefon yerine kitap görüyorum bu beni çok mutlu ediyor. Türkiye’nin her bölgesine gittiğimi söylemiştim. Bazı il ve ilçelerde kütüphane yok. Yerel yöneticiler her mahalleye ve özellikle köylerde muhtarlıklara bir kütüphane kursalar kitap severler onlarca kitabı hemen gönderip o kütüphaneyi ağzına kadar doldururlar hiç tereddüt bile etmeden. Ve böylece o kütüphanenin yakınında yaşayanlara kolay erişim sağlayıp kitap okuma alışkanlığı sağlanabilir. Benim de bu konuda birkaç kitap isteğine arkadaşlarla el ele verip koli koli kitap göndermişliğim vardır.

Hasret Dilek Delier: Yazmak yetenek işi midir, Öğrenilebilir mi?

Muhammet Daştan: Yazmak yetenek işimi bilmiyorum. Bence yazmak için başlamak gerek. Başladıktan sonra zaten kendini bir görev içinde hissediyorsun. Bu öyle bir görev ki sürekli bir karakter bulmak için çiçeğe, böceğe, uçan kuşa, doğaya, denize her şeyin ne kadar güzel olduğunu dikkatlice inceliyorsun. Öyle ki çevrendeki güzel şeylerin farkına varıp değerini biliyorsun. İzlediğin bir film, içtiğin bir çay ve arkadaşının bir merhabası bile daha bir manalı geliyor..

Hasret Dilek Delier: Türkiye’de kitap yayınlamak zor mudur?

Muhammet Daştan: Türkiye’de kitap yayınlamak hiç zor değil ama bir pazar payı var. Emek veren değil de bazı yayınevleri bu işi ticarete dökmüş maalesef. Çoğu yazar yanlış yayınevi seçimi nedeniyle ilk kitabında hayal kırıklığına uğrayabilir. Bu nedenle çok iyi araştırma yapmaları gerek. Bunun yanında çok iyi yayınevleride var. Doğru adımları izleyerek başarıya ulaşabilirler.

Hasret Dilek Delier: Sosyal projelerde bulunuyor musunuz?

Muhammet Daştan: Sosyal projelerde her zaman elimden geldiği kadar bulunuyorum. Her insan gibi benim de gücümün yettiği kadar elimi taşın altına koyuyorum. Genelde kitap kardeşliği adı altında kitap okumayı sevip ama alamayan kitapseverlere kitap toplayıp gönderiyoruz.
Ayrıca yine sizin başlattığınız cezaevlerine kitap gönderme projesine katılmak beni mutlu etti. Kitap göndermemi ve bu projede yer almamı sağlayıp, tüm yazarları teşvik ettiğiniz için teşekkür ederim.
Şimdi ise Senarist yazar Feridun Hocalar ve eşi Ayten Hocalar sayesinde sokak hayvanlarına ilgim fazlasıyla arttı. Bana karşılıksız yardımları sayesinde kendimi bir adım daha geliştirdim. İyi insanları örnek almak doğru yolda ilerlemektir. Ben de bu konuda kendimi çok şanslı hissediyorum. Gazeteci yazar yani siz Hasret Dilek Delier, iyiliğin bir bedel olmadığını bir ayna gibi öğrettiniz. Buradan size ve sayesinizde tanıdığım yürekleri sevgi dolu Feridun Hocalar ve kitabımın kapak tasarımını yapan eşi Ayten Hocalar’a sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.

Hasret Dilek Delier: Rica ederim. Projelerimizde yer alarak katkı sağladığınız için ben teşekkür ederim.

Hasret Dilek Delier: Kitabı yayınlamak için hangi süreçlerden geçmelidir?

Muhammet Daştan: Kitabı yayınlamak için herhangi bir süreç veya kalıp yoktur ama yazar adayları önce kendisini inandırmalı başarmak için, sonrasında elinden geldiği kadar sosyal medya üzerinde yazarlara mesaj yoluyla aklına takılan soruları sorabilir ve geniş bir bilgi sağlayabilir kendisine. Ama kesinlikle kendi yazım üslubu ve kalıbından çıkmamalıdır. Aksi takdirde yazdığı eser istemsiz olarak yazım kalıbını taşırabilir ve zor bir sürece girebilir yazar adayları.




Hasret Dilek Delier: Yaban Eller romanınız hakkında ne söylemek istersiniz?

Muhammet Daştan: Yaban Eller’i aslında dördüncü romanım olarak yayınlamak istiyordum ama içindeki eksik karakterler gittiğim bazı illerde sürekli karşıma çıkmaya başladı ve yayınlatmak üzere olduğum ikinci romanla yer değiştiler. Her şeyde bir hayır vardır, hakkımda hayırlısı neyse onu diliyorum. Yaban Eller romanımın içeriğinden kısaca bahsedecek olursam, birden çok hayat ve karakterlere geniş yer verdim. Tamamına yakın yaşanmış bir hayat öyküleriyle dolu roman. Romanı özetleyecek olursam; “Sağır ve dilsiz kız kardeşi için kendisinden vazgeçen Osman’ın, çaresizlikler ve travmalar içinde hayata tutunmaya çalışan Kader’in, solmuş bir hayatı yeşertmeye çalışan iyi niyetli iş adamı Sami beyin, uzun zaman yalnızlığıyla ve zorluklarla mücadele etmek zorunda kalan Yaprak hanımın, tüm tehditlere rağmen suçun suçlunun peşini bırakmayıp hep adalet peşinde koşan Başkomiser Taşkın beyin, zorlu mesleğinde karşılaştığı tüm entrikalara rağmen onurunu hiç kaybetmeden işine devam eden gardiyan Ali’nin, ve kahramanların hapishanelere, hastanelere, köşklerden huzurevlerine, karakollardan çöplüklere uzanan zorlu yaşam öykülerini” kaleme aldım.

Hasret Dilek Delier: Kitabınızın adı Yaban Eller gurbeti mi anlatıyor?

Muhammet Daştan: Yaban Eller ismi iki farklı anlam taşıyor, el ve eller, romandaki karakterler birbirlerini hiç tanımıyorlar ama bir şekilde tesadüfen bir araya gelip birbirlerine el uzatıp yardımlaşıyorlar. Yabancı insanların birbirlerine uzattıkları elleri sayesinde tanışıp yardımlaşıyor ve hayatlarını sürdürüyorlar. Bu nedenle romanımın adı Yaban Eller oldu. Gurbetle bir benzetmesi yok, tamamen aynı ilde yaşıyorlar..

Hasret Dilek Delier: Çocukluğunuzda kitapla ilişkiniz nasıldı? Kitap edinmek zor muydu, bulması ya da satın alması?

Muhammet Daştan: Çocukluğumu birleştirilmiş sınıfta okudum. ilkokul ulaşımı çok zor bir köyde geçti. Kitap bulmak ve okumak imkansız gibi bir şeydi. Bazen okulun yolunu bile kar ve tipi nedeniyle zor bulurduk. Dönüp çocukluğuma baktığım zaman oradaki öğrencilerin örnek alabileceği hiçbir şey yoktu. Öyle ki televizyon bile 2000 yılların başında gelmeye başlamıştı. Biz haberleri radyodan dinlerdik oda elektrik olduğu zamanlarda, ama radyo tiyatrolarını hiç kaçırmazdım ki Erzurum’da -35 derece soğukta sobanın verdiği sıcakla çok keyifli gelirdi. O anın tadı halen bende var, günümüzde bile internet üzerinde radyo tiyatrolarını dinlerim.

Hasret Dilek Delier: Verdiğiniz röportaj için gazetemiz ve kendi adıma teşekkür ederim.

Muhammet Daştan: Bana kendimi ifade edebilme şansı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.

 

Röportaj:
Hasret Dilek Delier

Sahte Yaşamın Biriktirdiği Tortularla Ömer Lütfi Bakan..

Fotoğraf Sanatçısı-Heykeltıraş Yazar Ömer Lütfi Bakan ile gazetemizin okurları için “hayatına ve Zehra’m” adlı romanına dair söyleşi gerçekleştirdik. Yazarın deyimine göre “Sahte yaşamın biriktirdiği tortularla Ömer L Bakan” Keyifli okumalar..

Hasret Dilek Delier: Öncelikle sizi tanıyarak başlayalım. Ömer Lütfi Bakan kimdir?

Ömer Lütfi Bakan: 1959’da Haliç-Fener’de doğdu. Ömer Lütfi Bakan’ın üç çocuğundan biri olan Yılmaz Bakan’ın en büyük oğludur. Küçük bir çekirdek ailenin de en büyük oğlu olarak dünyaya gelen torun Ömer Lütfi Bakan, Fatih-Çarşamba’da Yavuz Sultan Selim ilkokulunda tahsil hayatına başladı. Daha sonra Etiler Hasan Ali Yücel ilkokulunda ikinci sınıftan itibaren ilkokula devam ederken hayatı tanımaya, gözlemlemeye başladı. İzlenimci bir yanı olan aklı onu farklı düşünme ve yorumlamaya öteledi ve bundan başarılı olsa da müfredat gereği öğrendiklerini farklı yorumlayarak öğretmenlerinin tepkisini çekti ve sürekli ailesine şikâyet edildi. Ortaokul birinci sınıftan itibaren yazdıkları veya yazmak istedikleri aklında birer tortu olarak birikti. Ömer Lütfi Bakan on iki yaşında resim yapmaya başladı. Yaptığı resimler farkında olmadan gerçeküstücü akımın birer parçası oldu. Resim yaparken bir yandan da araştırmaya ve kitap okumaya devam ederken çocukluğunun dünyası, daha sonra yetişkinlik dönemindeki sanatının hammaddesinin büyük bir bölümünü oluşturacaktı. O küçük yaşlarda anlaşılmak gibi bir derdi yoktu ama bir yandan da kabul edilmek istiyordu. Okuduğu kitaplar yüzünden babasından defalarca dayak yedi. Ama pes etmedi hep okudu, hep okumaya devam etti, hâlâ da okumaya ve araştırmaya devam ediyor.




Yaptığı resimler ailesi tarafından rahatsız edici ve anlaşılmaz bulununca bir gün annesi onu Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümünde resimleri ile birlikte Psikiyatr Doktora götürdü. Doktorun koyduğu teşhis annesi tarafından algılanamadığından ürkünç bulununca resim yapmak kendisine yasaklandı. Aslında doktor onu anlamıştı ama annesi de doktoru yanlış anlamıştı. Okulda harcadığı zamanın dışında evde mümkün olduğu kadar zaman geçirmemeye başladı. Kaldırımlara, Zeytinoğlu caddesinde yeni dökülen asfalta inşaat şantiyelerinde yeni sıvaların üzerine tebeşir, çivi, bulabildiği boyalarla resim yapmaya devam etti. Dolayısıyla Şişli Terakki lisesinde orta derecelerde seyreden bir öğrencilik hayatı geçirdi. Sınıf arkadaşı sanatçı bir ailenin oğlu olan Ali Arif Ersen onu yüreklendirdi ve resim konusunda ona hep destek oldu. İkisi de özlem duydukları Mimar Sinan Üniversitesi Resim bölümü için çalıştı; Ali Arif Ersen Akademiye girdi ama Ömer Lütfi Bakan giremedi ve hayalleri suya düştü. Bir yandan da Mimarlık ve fotoğraf ilgisini çekiyordu. Babaannesinin söz verdiği Fotoğraf Makinesine ancak onun ölümünden sonra babasının başının etini yiyerek sahip oldu. Makineye sahip olana kadar lise arkadaşı Serdar Bostancı’nın babasına ait olan fotoğraf makinesi ile idare etti. Yaptığı resimler gibi çektiği fotoğraflarda maalesef anlaşılamadı. Bu arada “ben seni okutamam” diyen babasının kurbanı oldu ama buna kendinden başka kimse farkında olmadı. Hayatı sokaklarda öğrenmeye, tanımaya başladı. Arkadaşları duvarlara yaptığı güzel resimleri bildiklerinden bir kova kırmızı boya ve yazılı sloganların olduğu kâğıdı vererek sisteme karşı duvarlara sloganlar yazdı. Kullandığı o kırmızı boyaların küçük bir kısmı hala tırnaklarının arasında saklanmaktadır. Kâğıt ve tuval üzerine yapamadıklarını oralara buralara yaparak hem halka ulaştı hem de sistem tarafından suçlandı. Yine ailesi bunun da farkına varamadı: daha doğrusu farkına vardırtmadı. Rahmet ile andığı Şevki Sümer ile tanıştı. Şevki Sümer onu ilk karanlık odaya attığında artık o bir fotoğrafın fahişesi idi ve onun için yeniden doğmuş gibi yaşam başladı ve “hayatı boyunca fotoğraf çekti; fotoğraf makinesi olmadığı zamanlarda bile”. Şimdilerde fotoğraf makinesi olmamasına rağmen fotoğraf projelerine devam ediyor. Öyküler yazıyor. Duygularının patlaması olarak adlandırdığı biriken tortuları şiirlere dönüşüyor. Roman yazıyor, biri bitti diğeri de bitecek. Resim yapmaya asla bırakmadı sadece biraz ara vermişti, şimdilerde hala devam ediyor. Fotoğraftan kazandığı bilgi, beceri ve farklı yerden bakma alışkanlığı farklı disiplinlerle haşır-neşir olmasına neden oldu ve heykel yapmaya başladı, hala yapıyor. Sokaklardan, kapı önüne atılmış kullanılmazları, hurdacılardan aklında biçimlenen hurdaları, çöplüklerden faydalanacağı çöp denilen ama onun için asla çöp olmayan atıkları toplayıp biçimlendirerek tekrar kullanılacak hale getiriyor, adına da “Iskarta” diyor. O, bu dünyada en büyük sahtekârdır ve sahte işler yapmaktadır. Nedenine gelince; yaşam tüm sahte ve sahtecilikten geçinenlerin elinde olduğundan, dünyanın gerçek olduğuna inanmıyor. Sahte dünyada sahte bir yaşam sürüyor; ta ki anlaşılana kadar böyle devam edecek. Eğer bir gün anlaşılabilirse, hem kendisi hem de izleyenleri gerçek ile tanışmış olacaklar.




Hasret Dilek D: Fotoğraf sanatçılığı, yazarlık dışında ne gibi uğraşılarınız var?

Ömer Lütfi Bakan: Sanat hayatıma 1976 yılında fotoğrafçılık ile başladım. Fotoğraftan önce resim vardı ama o yıllarda devamı olmadı. Fotoğrafa ulaşmak istediğim yere ulaşmaya çalışırken farklı sanat disiplinlerinden faydalanmaya çalıştım. Amacım fotoğrafı sanat katına taşımaktı ve taşıdım da. Zaman içerisinde tekrar resme başlamak gereğini duydum, başardım da. Heykel 2007 yılında dikkatimi çekti; becerebileceğimi hissettim ve başladım. Zamanımın büyük bir bölümünü heykele ayırdım. Kendi tekniğim doğrultusunda ahşap ve demir kullanarak heykeller yaptım. Çok kitap okuyordum. Okudukça dilim ve yazın kabiliyetim geliştiğini fark eden edebiyat dostlarım beni yüreklendirdi. Önce öyküler, içimden geldiği zamanlarda duygu patlamalarımı mısralara döktüm. Ardından ilk romanım Zehra’m Ateş Yayınlarından çıktı. Şimdi Kasaba adını verdiğim romanım bitmek üzere, o da basılacak. Hep okudum, bundan sonra da hep okuyacağım. Benim üniversitelerim okuduğum kitaplardır.

Hasret Dilek Delier: Fotoğraf ile uğraşınız ne zaman başladı? İlk çektiğiniz fotoğrafı hatırlıyor musunuz?

Ömer Lütfi Bakan: Elbette hatırlıyorum. Maçka parkında sevgilim ile dolaşırken, karşımızdaki adamın bizim fotoğrafımızı çektiğini deklanşörün inanılmaz sesiyle fark ettim. Beni ve sevgilimi makinesine hapsetmişti. Bu bana tuhaf bir duygu verdi. Önce adama kızsam da onun olumlu yaklaşımıyla makinesini elime aldım ve sevgilimi fotoğraflamaya başladım. Şimdi onun yaptığını ben yapıyordum. Bunlar ilk fotoğraflarım oldu, ardı arkası çorap söküğü gibi geldi.




Hasret Dilek D: Fotoğrafçılık sanatı hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz?

Ömer Lütfi Bakan: Herkesin kolay zannedip bir şekilde fotoğrafa başlaması görsel çöplükten başka bir şey oluşturmuyor. Önemli olan görüneni aktarmak değil; o fotokopiden farksız bir şey değildir. Önemli olan düşünce biçiminizi görsel biçiminizle birleştirip, ortaya koyarken tecrübelerin doğrultusunda akıl ve göz eğitimi ile edinilmiş kültürel kavramın görsel karşılığıdır; fotoğraf ve benim fotoğraflarım düşüncelerimin izdüşümüdür.

Hasret Dilek Delier: Aynasız mı, aynalı mı desem?

Ömer Lütfi Bakan: Ben hep aynalı kullandım. Aynasız ben de alerji yapıyor.

Hasret Dilek Delier: Sizi etkileyen en beğendiğiniz fotoğrafçılardan birkaç isim vermenizi istesem aklınıza ilk gelenler kimler olur?

Ömer Lütfi Bakan: Ali Arif Ersen, Orhan Cem Çetin, Merih Akoğul, Aramis Kalay, Selçuk Özgüleryüz, Jean Lupe Sief, Suzan Armağan, Levent Yavuz, Dora Günel, belki birkaç daha fazla değil..

Hasret Dilek Delier: İnsanlar bir süre yazı ile kendini ifade etti, bir süre fotoğrafla. Şimdilerde ise video ile ifade etmeye başladılar. Hemen herkes günde en az bir video çekiyor ve izliyor. Sizce video fotoğrafın yerini alır mı?

Ömer Lütfi Bakan: O çok önce gerçekleşti: temel altı sanat dalının yedincisi Sinema oldu. Sinemadan önce fotoğraf icat edilmişti. Fotoğrafçıların yetersiz işleri fotoğrafın yedinci sanat olmasını engelledi. Görsel sanatlarda her şey fotoğrafın yerini alacaktır. Zaten fotoğrafın zorluk derecesinin ne kadar yüksek olduğunun kanıtı da buradadır.




Hasret Dilek Delier: Tanıtımlarda oldukça ilgi gören Zehra’m adlı kitabınızdan bahseder misiniz? Zehra’m nasıl doğdu?

Ömer Lütfi Bakan: Zehra’m gerçek hayat hikayelerimden doğmuştur. Bir gün kahramanlardan birini bir hastanede torunu ile gördüğüm gün önce öykü ardından roman oldu. 1959 dan bu yana yaşadığım bu dünyada sadece 1971 ve 12 Eylül 1980 sabahına kadar yaşanan anları ve kahramanların zaman-zaman geri dönüşlerle birçok tarihsel olayların içinde yaşanan bir aşk hikâyesi böylece doğmuş oldu. Birbirimizi ilk gördüğümüzde gözlerimiz birkaç saniye birbirine kitlendi ve hiç konuşamadık. Belki de öyle gerekiyordu.
Ama Zehra’m ın arka kapak yazısında editörüm Türker Alpertonga en güzel şekilde açıkladı.
Editör Türker Alpertonga, Zehra’m için kapak yazısın da şu ifadelere yer veriyor:

Üç kelimeyle ifade etmek gerekirse; “İddialı, cesur, şeffaf.”

Cumhuriyet’in siyasal ve toplum tarihini sıra dışı bir bakış açısıyla irdeleyen, gündeme getirilmesi cesaret isteyen konuları en ince detaylarına kadar korkusuzca ele alan, insan davranışlarının öteki yüzünü fütursuzca ifşa eden bir roman.
İç içe ve dönem dönem yaşanan toplumsal dramların bireylere bakan yönüyle olağanüstü psikolojik tahlilleri, dayatılan statülerin ahlaki ve kültürel infilaklara sebep olması, birbirinden uç hayatların ortak hikâyeler çatısı altında sentezlenerek gözler önüne serilmesi, olayların cereyan ettiği tüm mekânların neredeyse tamamının tarihi hakkında detaylı bilgiler verilmesi, esere oldukça derin bir muhteviyat kazandırmış.




Eseri tamamlayınca hangi Zehra’m sorusunu soracaksınız. Sınıf atlayıp sınırsız özgürlük kazanan Zehra’m mı, kazanma kuşağında kaybeden Zehra’m mı, hayata yeni adım atan minik Zehra’m mı? İlk iki Zehra’m’ı marjinal bulanlar, üçüncü Zehra’m’la geleceğe yönelik kendi Zehralarını hayallerinde inşa edebilirler.

Hasret Dilek Delier: Zehra’m adlı eserinizde okurlara vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Ömer Lütfi Bakan: Herkesin yaşam biçiminden kaynaklanan düşünce biçimi doğrultusunda kendine uygun gördükleri mesajı kendi çıkarları doğrultusunda alacaklardır. Ama toplumsal dejenerasyon ön planda olduğundan belki de bu mesajı görmek istemeyeceklerdir. Her günün ardındaki gelen bir gün, bir önceki günün modern zamanıdır ve bu zaman içinde yaşayan herkes “modern zamanın kölesidir”

Hasret Dilek Delier: Kitabınızı hangi yayınevinden çıkardınız?

Ömer Lütfi Bakan: Ateş Yayınevi bu kitabı basmaya karar verdiğinde yayınevleri hakkındaki düşüncelerim değişti. Bu eserde basmaya karar veren Nurcan Ateş hanımefendi, editörlüğümü Yapan Türker Alpertonga ve beni yayınevimle tanıştıran Çağdaşım ve gençlikten beri arkadaşım Feridun Hocalar’a çok teşekkür ediyorum.

Hasret Dilek Delier: Kapak tasarımı oldukça ilgi çekici. Kapak tasarı mı kime ait?

Ömer Lütfi Bakan: Henüz hiç tanışmadığım ama karşılaştığımızda birbirimizi ne kadar çok anlamışız diyebileceğim Ayten Hocalar Hanım efendiye ait olup mükemmel bir iş çıkarttığını biliyorum. Bu çalışmaya fotoğrafıyla katkı veren çağdaşım, arkadaşım Suzan Armağan’a ayrıca teşekkür ediyorum.

Röportaj: Hasret Dilek Delier
dskultursanat@yahoo.com

Hasret Dilek Delier ”Hasret Hikayeleri”

Sevilen gazeteci ve yazar Hasret Dilek Delier’in yeni kitabı ”Hasret hikayeleri” geçtiğimiz haftalarda Ateş yayınları etiketi ile tüm seçkin kitapçılarda ve dijital platformlardaki yerini aldı.

Kitap Hakkında;

Herkesin geçmişte yaşadığı unutulmayan güzel anları, hatıraları ve hikâyesi vardır. Bazen öyle bir an gelir ki çocukluğuna döner insan. Bir fotoğraf karesi, bir eşya, bir şarkı ve bir bayram günü hatırlatır eski günleri.. Mutluluk anları fotoğraf karelerinin gözümüzün önünde canlandığı gibi bazı anlar ise mutsuz olduğumuz ve beynimizin kaydettiği fotoğraf kareleridir. İşte o anlardan biri de çoğumuzun travma yaşadığı ama farkında bile olmadığı sahnelerdir..




Yayın Tarihi: 01.02.2021
Yayınevi: Ateş Yayınları
Baskı Sayısı: 1. Baskı
Dil: Türkçe
Sayfa Sayısı: 48

Kitabı satın almak için aşağıda bulunan linkleri kullanabilirsiniz.

 

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén