Kategori: Köşe Yazıları Page 4 of 6

Ve şimdi aşk, enstrümanını kaybetmiş bir müzisyen kadar anlamsız bu şehirde…

Her yeni doğan güne merhaba diyerek güneşi selamlarken, ömür dediğimiz şey alıp başını gidiyor Farkında değiliz. Biz yaşadığımızı düşünüyoruz, aslında yaşarken gün gün ölüyoruz. Ölürken tecrübeler kazanıyor ömrümüz, bir önceki gün yaptığımız hataları bir sonraki gün yapmamak için elimizden gelen herşeyi yapıyoruz. Günden güne “Yaşamak” ağrısı dolanıyor boynumuza, karanlık çöküyor düşüncelerimize ve saçlarımıza yıldızlar yerleşiyor usul usul hemde bir müsade dahi istemeden. Aşk denilen duyguyu unutuyoruz, o masum sevdalar da yaşanmıyor artık. Kalp ritmi; gözlerin karşı tarafın gözleriyle karşılaştığında değişirken bu zamanda “ten tene” değmeden değişmiyor. Aşk denilen duyguyu beyaz çarşaflı hotel odalarında kirlettiler yada günlük dairelerde. Şimdi oturup ağlayalım yalnızlığımıza…!


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Kelimeler düğümlensin boğazımıza ne çıkar…
Büyüdük, evet büyüdük… Keşke hiç büyümeseydikte herşey eskisi kadar masum ve temiz kalsaydı.

En büyük derdim Bakkal Hakan amcaya gidip ekmek almaktı bir zamanlar. Bir başka zor gelen de annemin verdiği yüklü sipariş listesiydi. “Acaba taşıyabilir miyim?” Ama geçti, tüm bunlar geçti. Geride kaldı çocukluk korkularım. Ben korkularımı, endişelerimi geride bırakırken hayat birer birer aldı sevdiklerimizi. Kimini erken yaşta toprağa verdik, kimini toprağa vermeden bir başkasına yâr ettik. Aşk diye karşımıza çıkanı meşkten saydığımız zaman kirlendi bu duygu biliyor musunuz…

Ve şimdi aşk, enstrümanını kaybetmiş bir müzisyen kadar anlamsız bu şehirde.
O yüzden sımsıkı sarıl bana yalnızlığım, kimseler girmesin aramıza. Çünkü çoğu zaman birşeyler getirerek cümle kurmayı öğrettin bana, ezberi çalıp bozmayı değil…!

Emre Tamirciler
emretamirciler@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”İnsanlığın diploması vicdanıdır”

Yaşadığımız şu hayatta iyisi ile, kötüsü ile, güzeli ile, çirkini ile, doğrusu ve yanlışı ile insanlığımızı  paylaşıyoruz paylaşmasına ama ne kadar önemsiyor, ne kadar özen gösteriyoruz acaba?

Ummadığınız bir anı size umursatacak olabileceğini önceden düşünmek ya da düşünebilmek ve akabinde gelişen mahcubiyet sizi veya sizleri ne kadar etkiler ya da ne kadar etkisi altına alır bilinmez. Bir gerçek var ki insan oğlunun insanlıktan yavaş yavaş uzaklaştığıda günümüz insanında görülüyor olması ne yazık ki bir gerçek.

Şimdilerde insanlık, tabiri caiz ise sanki bir film ya da bir tiyatroda başrol oynayan bir (jön) ve ardından gelen figüranlarin oynadığı sahte kahramanlıkları gibi adeta.. Film veya tiyatro başlıyor, herkes rolünü oynuyor. Ondan sonrası mı?.. Herkes “kahraman”…




Oysa ki böyle mi olmalı, böyle mi paylaşmalı hayatı? Ötekileştirerek, umarsız ve acımasızca.
Neyi paylaşamaz olduk kalp kırarak, gönül inciterek. Oysa ki bizim gelenek ve göreneklerimiz sağlam temellere dayalı olmasına rağmen, temelimizi çatırdatan birileri mi var da hakimiyetimizi kaybeder olduk?…

Hayat öyle bir şey ki, öncelikle birbirimize karşı dürüstlüğün, sevginin ve saygının inceliğini bu gün olmasa da, gün gelecek aşağıda yazacağım hikayedeki kıssa da olduğu gibi insan oğluna ne kadar etkili, ne kadar anlam ifade ettiğini; bazen hüzünle, bazen sevinçle bazen de duygu yüklü karşımıza çıkabileceğini unutmamamız gerekiyor…

”İki Mendil”

İlkokul birinci sınıfa başladığımda, ön sıralarda tek başına oturan bir çocuk gördüm. Yanımdaki kıza çocuğun neden böyle yalnız oturduğunu sorduğumda; kız bana “Onun hep sümüğü akıyor, bu yüzden kimse onunla oturmak istemiyor” dedi.

Birkaç gün sonra, öğretmenimiz sınıftaki oturma düzenimizi ayarlarken, bu çocuğa da bir arkadaş bulmaya çalıştı fakat yine kimse buna yanaşmadı. En sonunda ben parmağımı kaldırıp, istekli oldğumu söyledim. Sümüklü çocuk bu işe çok sevindi.

Ben o günden sonra siyah önlüğümün cebinde hep iki mendil taşıdım; biri benim, diğeri de sümüklü arkadaşım içindi. Sümüğünün aktığını fark etmediği zamanlarda, ben arkadaşımın burnunu silerdim. Sümüklü arkadaşım ikinci sınıfa geçtiğimizde, babasının işleri yüzünden, mahalleden taşınmak zorunda kaldı.




Aradan yıllar geçti.
Adını unuttuğum bu güzel kalpli çocukluk arkadaşım, gelip beni bir imza gününde buldu. Kendini tanıttı. Sarıldık, sohbet ettik. Uzun zaman önce Amerika’ya yerleşmiş, evlenmiş, çocukları da varmış. Arada sırada İstanbul’a gelirmiş. “Artık sümüğüm akmıyor Tamer. Oğlumun burnunu siliyorum”dedi kahkahalarla güldük. Bir ara sustu. Buğulu gözlerle bana baktı. “Ben, ben neleri neleri unuttum da, senin benim burnumu silmeni unutmadım Tamer.” dedi. Ortamı dağtmak için lafı gırgıra vurdum ”Ne olcak lan dedim? Şimdi aksa yine silerim…” Lafımı kesti ” Öyle deme dostum. Ben o zamanlar söyleyemezdim ama kimse benim yanıma oturmuyor diye çok üzülürdüm. Okula gelmek istemezdim. Aynada sümüklü halimle karşılaştığımda kendimden tiksinirdim. “Seni kimse sevmiyor, sen pis bir çocuksun” derdim. Ama sonra sen bana öyle sıcak davranınca, akan sümüğüme rağmen sevildiğimi anladım. Evet beni de seven vardı. Yaşasınnn…Ve ben eğer daha sonra Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birini bitirdiysem, bu, burnumu silen mendilin ve o mendili tutan elin sayesindedir. Dönüp dönüp çocuklarıma bu hikayemizi anlatıyorum. Diyorum ki, ‘Kimseyi kimseden ayırmayın. Düşeni, yalnızı, garibanı elinden tutun kaldırın yerden. Diplomalarınız sizi insan etmeye yetmez. İnsanlığın diploması vicdandır.’ diyorum.

Bu kez de benim gözlerim dumanlandı. Bir şey diyemedim. Sustum. Gitmeden, cebinden iki mendil çıkardı. “Bak dedi ben de artık senin gibi yanımda iki mendil taşıyorum. Ne olur ne olmaz…”

Siz de hep yanınızda iki mendil bulundurun, olur mu? Ömrümün güzel insanları; mutlaka sizin de karşınıza burnunu ya da gözünü sileceğiniz biri çıkar.

Unutmayın karşınızdakini hakir görmeden önce,  aynanızla mutlaka yüzleşmelisiniz. Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.com

Yüksel Itak yazdı; ”Nereden Nereye”

Osmanlı döneminde ,
— Pencerenin önünde sarı çiçek varsa ‘Bu evde hasta var .. Evin önünde hatta bu sokakta gürültü yapma..’ anlamına gelirdi ..
— Pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa ‘Bu evde gelinlik çağına gelmiş, bekar kız var .. Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme..’ anlamına geliyordu ..
— Kız istemeye gelindiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun ‘diz izine’ bakılırdı ..
— Kahvenin yanında su gelirdi .. Şayet misafir toksa önce kahveyi alır, açsa suyu alırdı .. Ona göre ya yemek sofrası hazırlanır ya meyva ikram edilirdi ..
— Kapıların üstünde iki tokmak olurdu .. Biri kalın biri ince .. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vururdu .. Evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı .. Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu .. Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya da bimahremi ( kocası vs .. ) açardı ..
— Peygamber efendimiz ( S.A.V. ) ‘ in 63 yaşında vefat etmesinden dolayı, 63 yaşını geçmiş büyüklerimiz yaşları sorulduğunda ‘Haddi aştık’ derlerdi ..




— Yolda küçük büyüğünün önünden yürüyemezdi ..
— Fitre zekat Ramazan’dan önce Şaban’da verilirdi .. Fakir fukara Ramazan’a erzaksız girmesin diye ..
— Esnaf Ramazan ayında toplanıp gerçek bir ihtiyaç sahibinin ‘borç defterini’ kapatırdı ..
— Beyler, konuştukları veya gözleri kaydıkları hanımlarla buluşmaya gidince hediye olarak ‘ayna’ alırdı .. Ki bunun anlamı: ‘Sana senden daha güzel verebilecek bir hediye yok..’ demekti ..

NEREDEN NEREYE ?

Şimdi öylemi ya !.. hasta varmış yokmuş kimin umurunda? Aksine sokaklarımız adeta teksas olmuş, çalgı çengiler dibine vurmuş, 90 desibel yasağını da pek takmaz olmuşuz…

Gelinlik çağına gelen kızlarımız pencerenin önünde kırmızı çiçek var mı yok mu diye bakmaz olmuş, aksine özgürlüğün dibine dem vurmuş, hatta ve hatta erkeklere taş çıkartır olmuş…

Kız isteme adeti ise artık formaliteden ibaret. Görücü usulü ise tozlu raflarda bir anı olarak yerini almış…

Kapılarımız artık zarif bir süsten ibaret, zillerimiz hem görüntülü, hemde megafonlu ..
Kimimiz sorgusuz sualsiz açıyor, kimimiz de sesten algılayarak kapı açıyor.. Güvenmek ise maalesef orası şans. Ne çıkarsa bahtımıza…




Küçüklerimiz yollarda maaşallah en önde. Saygı var ama görgü kuralları alt üst… Evine bir misafir büyüğü gelince bırak karşılamayı, oturduğu yerden, hatta uzanıyorsa kalkma zahmetinden bir haber…

Kısacası günümüzde bu ve bunun gibi alternatifleri yazmak daha da uzayabilir … Lafın özüne gelince; Kendimize yabancılaştık…
Nezaketin, güzel ahlakın, öz sevginin, hakiki saygının dünyayı kurtardığını unutur olduk…
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak yazdı; ”Gerçek dostlar seven yüreklerdedir”

Dost dediklerimiz vardır, “bittiğimizde” biten…
Arkadaşlar vardır umulmadık anda “omuz veren, destek veren”
Bir telefon görüşmesi, bir yorum, bir yazı ile “tanıdıklar” vardır dosttan ileri gönül tahtımıza yerleşen,
Ve “zavallılar” vardır parayı ve şöhreti her şey zanneden…
Sahte gülüşlerin ardında ki yüzleri görmek için ya ekonomik olarak bozuk, ya hasta ya da işe ihtiyacınız olacak !
Bir kez sorar sonra kaybolup giderler.
Dönüp geçmişinize bakarsınız, kurulan sofralarda ki şen şakrak günler gelir aklınıza, her sırrınızı verdiğiniz günlerinizi anımsarsınız.




Çocuklarını “çocuğunuz” bilip büyüttüğünüz, sevdiği yemek olduğunda hiç üşenmeden bir kap içerisinde sevginizle taşıdığınız günler gelir gözünüzün önüne. iyi ve kötü günlerinde onun yanında yer alıp sahiplenmeniz, annelerini anne, babalarını baba bildiğiniz günleri anımsarsınız.
Düşünürüz ki hasta olduğumuzda gecenin kaçı olursa olsun “bir telefon etsek” koşacak !
Daha da ileri gideriz, sohbetlerimizde “bana bir şey olsa çocuğuma sahip çıkarsın, dayısından, teyzesinden daha yakınsın bana !” muhabbetleri geçer, “Allah korusun elbette” dilek ve taahhütlü…
Çocuklarımız akrandır, arkadaştır, aynı okula gider.
Mezun olurlar, diploma törenlerinde birlikte ağlarız, duygularımız ortak, yüreklerimiz bir atar…
Sonra bir gün gelir, son telefon görüşmesinin üzerinden yıllar geçtiğini fark ederiz…
Gerekçeyi düşünürüz, kendimizi sorgularız, kendisine sorarız. “Zamansızlık” ve sıradan gerekçeler öne sürülür.
Oysa neden açıktır. Biz ekonomik olarak küçülürken, onlar büyümüştür !
Sonradan elde edilenler hazmedilememiştir, sırıtır !
Saygı, ahlâk, sevgi yerini çok farklı şeylere bırakır.
Oturulan semt, binilen araba, “takıldıkları barlar, yemek yedikleri restaurantlar” girer devreye. Alışveriş edilen mağazalar, giyilen markalar konuşulmaya başlar.
Oysa ki yıllardır aranızda bu konuların lafı bile geçmemiştir.
Yeri gelmiş sizin diplomanızla onöre olmuş, sizin çevrenizi kullanmışlardır oysa…
Sizin beklentinizse sadece paylaşmak olmuştur.
Yüreğinizi, sevginizi, yeri geldiğinde evinizi, acınızı, sevincinizi, hüznünüzü, mutluluğunuzu…
Modern çağ her kolaylığı, her konforu ayağımıza getirirken, içimizde ki sevgiyi, insanca duyguları her gün biraz daha yok ediyor.

“Komşu komşunun külüne muhtaç” deyimi yerini, “Komşu komşunun nefesine muhtaç” şeklinde yer değiştirdi.
Kasaba, köy nüfuslu apartmanlar da giriş kapısı, merdiven boşlukları ve asansörleri paylaşıyoruz artık

Vefamı O ne !..




Eğer halâ varsa fotoğraf albümümüz, parmağımızın ucu ile dokunduğumuz yüzlerde buruk bir şekilde gülümsüyor…
Bir gün bir vesile ile “o haber” geliyor.
Siyah çerçeveli gözlükler arkasına saklanmaya çalışılan timsah gözyaşları, “yakınımısınız ?” sorusuna verdikleri “20/30 yılı aşkın dosttuk.” Yalanları ve “Hakkınızı helâl ediyor musunuz?
“Helal olsun !” kapanış cümlesiyle tamamlanan son görev…
Her son, geride kalanlar için başlangıç aslında.
Yitirdiğimiz sadece bir insan değil, geçmiş yılları, anılarımızın büyük bir bölümünü de beraber sığdırıyoruz küçücük çukura ; diplomamızın, arabalarımızın, dairelerimizin, kıyafetlerimizin, ziynet eşyalarımızın hatta “bir çift çorabımızın” bile sığmayacağı…
“Sahte dostlar, sahte yüreklerde; gerçek dostlar seven kalplerdedir” .Gerçek dostların menfaatleri bitene kadar değil yürekleri yetene kadar sizi sevmelidir.
Kalın sağlıcakla…

Emre Tamirciler yazdı; ”Bir adamın yıkılışı kaç mevsim sürer Asya”

Yaşanılan onca güzelliğe duyulan özlem yerini günden güne boşluğa bırakırmış ve kendi kurduğu kelimelerine küsermiş insan. Özlem dediğine hasret duydukça…

Her yeni bir güne uyanıp Allah’a şükrederken, çektiğim besmelenin ardından gönlüme doğan oldun her zaman. Adını yaşayarak ağladığım zamanların hesabını yapmakta uğraşmadım hiç. “Dünyam olmanı istedim!” olmadı… Dilerim olmadığım dünyamdan göçüp gittiğimde ahiretim olman için gelirsin yanıma. Hatırlamanın kolay, unutmanın zor olduğunu yaşarken, silahımın şarjörüne aşk diye doldurdum mermilerimi. Unutmayı seçtiğim vakit kalbime sıktım kurşunlarımı. Şimdi sen diye ölürken, bu kez yalnızlığımla gömecekler beni biliyorum.

Onca kalabalığın arasında yalnız kalırken dahi, adını sayıklamak huzuru yerleştiriyor yüreğime. Aramakla bulunmayan, ulaşılamayan bir aşktın sen, gecelerce kanatan… İzle şimdi karşıdan beni, bir adamın yıkılışını. Yarının ne getireceğini tahmin bile edemezken, kelimelerine bağlı kitapsız bir yazarın düşlerinde canlandırdığı ölü hikayelerle, yaşamaya çalışıyorum!
Tahmin etmezdim, yıllar sonra kilometrelerce uzaktan adını sayıklayacağımı… Suretin canlandığı zaman gözlerimde, kalbime ok gibi saplanan sancının tarifini yapmaya kelimelerim yetersiz kalırken, bir başkasıyla gerçeği ruhumda artçı depremler oluşturup, kalbimin enkazı altında can veriyor çocukluğum. Neylesin, hayattan ne kadar taviz verirsem o kadar geç kalıyorum yaşamaya. Kurduğum cümlelerde seni yaşatırken; uykusuzluğum oluyorsun, yalnızlığım oluyorsun. Yalnızlıktan korkmak nedir bilmezken, gecelere haykırışlarım yıldızları düşürüyor saçlarıma. Bir sigara eşliğinde devam ederken seni yazmaya. Aklını kaybeden bir adam 03.00-05.00 nöbetinde son sigarasını da yazdığı kalemin ucuyla söndürürken, küllerim damlıyor satırlarıma. Küllerinden doğmaksa yalan olmuş; bu sebeple kimsesizliğimden vurularak yeniden yaşamaya çalışmak, sabahına güneşin doğmasına müsade etmeyip gecemle eşdeğer sayıyorum günlerimi. “Annem” kadar merhametli bir kadın olmanı istemiştim senden, hayatıma “üvey baba” olmayı şeçtin sen. Hak veriyorum sana; İçinde büyütüp doğurduğun biri ile aynı teraziye koyamazsın bir başkasının evladını. Bu kadar hayrım yok muydu sende, ki böylesine sokaktayım!




Sorarım kendime, bir gidişine binleri kazanmak ne kadar doğruydu? Tüm doğrular sana çıkarken, affedemediğim duygularımdan intihar ediyorum kendimi. Her gece ölüyor, sabahları yeniden doğarak iliklerimi seninle kurutuyorum. Aklımı kaybedercesine yazıyorum, kaybettiklerimse hayatımı bana kazandırmıyor. Yabancıyız bir ömür birbirimize. Olur da yıkık bir kentte karşılaşırsak değmesin gözlerin gözlerime. Ben senin yanımda olmayışlarını çoktan unuttum, hatırladığım ise olduğun günlerde beni içinde hiç yaşatmadığın… Merak ediyorum, ara ara düşüyor muyum hiç aklına? Sarılıyor Musun geçmişine? Kaybediyor musun elindekileri? Zannetmiyorum… Anlıyorum, dibe vurdum aşk denen bu hayatın kuruyan köklerinde. İsterdim hayatımızın tohumunu atarak kök saldığım bu ağacın dallarında çocuklarım sallanıp meyvelerinden yemelerini. Olmadı…
Meyve de veremedim, ama sen tarafından defalarca taşlandım. Söyle bana; kaçtığım hayatıma küfür ederek mi yaşamalıyım, yoksa başkasıyla yaşayıp içimde ölmediğine mi? Saçlarına sarılarak affetmeli miyim seni, yoksa içimde bıraktığın yıkık bir kentin soğuğunda damarlarıma sen diye enjekte ettiğim uyuşturucumun etkisiyle mi yaşamalıyım bu karanlık mecrada?

Adını alfabeye küstürmeye çalıştığımda, neden kelimelerimde bana küsüyor biliyor Musun? Şiirlerimden adını eksiltmeye kalktığımda duygularım aklıma tecavüz ederek bir zaman sonra yine seni doğuruyor satırlarıma. Doğmak kazandırır belki bu hayatta ama ben kimliği belirsiz bir Doğum gerçekleştirdim bu hayatta. Kelimelerim her daim gebe kalsa da yarınlarıma, ben yine de bir hiç doğurmayacağım ardından bıraktığın hayatıma! Kürtajını gerçekleştirdim bu aşkın, içimde büyütmesemde aklımda yaşatmaya çalışıyorum sensizliği. Çünkü seni yaşatmaya çalışmak, sabahları yok edip sis bulutlarını indirmektir yeryüzüne. Bundan böyle yaşayabildiğin kadar yakın yaşa o hayatındakiyle. Gülüşleriniz bakışlarınıza karışsın. Parmak uçlarında can bulsun mesela ! Defalarca öpsün… Sana sımsıkı sarılıp, hayatındaki en değerli varlığın sen olduğunu hissettirip, o bir kere bile dokunamadığım dudaklarından öpsün defalarca. Sonra seni karşısına oturtup şehrin sessizliğini yaşarcasına huzuru yerleştirsin yüreğine. Geceleri sana sarılıp uyumanın değerini dünyayı kucaklamakla eşdeğer bilsin. Vaadettiklerinle değil, vaadetmediklerinle birlikte büyütsün içinde. İçinize bedensel arzular düştüğünde evire çevire değil de “O benim Kadınım” diyerek yaşamalı seninle. Aylar sonra bu ilişkiden bir evladınız olduğunda, çekirdek bir aile olarak gezerken kentin kalabalık caddelerinde, olur ya yalnızlığınla kol kola gezen bir adamla karşılaşırsan eğer, sakın ola ki bakma gözlerine. Yaşatma ona yıllar önce ki pişmanlığını. Anla işte kadın, değmesin gözlerin gözlerime… Olur ya bir kıvılcım değer, yeniden alev alırsa yüreğim bu kez yeniden yanarım sana.

Bu aşkın gidişini ben, bitişini sen kabullendin. Adını ararken kütüphane köşelerinde, sayfalarıma satır satır yazdım adını.

Gece sayıklamalarım oldun…!




Gidişine binlerce kelime yazmışken, gelişin olsaydı kim bilir neler dökülürdü gönlümden. Aklımdan çıkmadıkça acımla birlikte huzuru da yaşıyorum. Ahh benim 19 yaşım… Bu aşkın bitişini gözlerimle yazdım ben. Oysa gözlerle değil, yürekle yazmak gerekirmiş, bilemedim. Kimsesiz yarınlarıma her gün doğarken, günden güne ölüyormuşum da haberim yokmuş. En güzel çağlarımda yüzüm gülerken, gözlerimin ağlayışına şahit oldum. Günlerce alfabemi yazan kalemime tehditler savurdum, eğer onun adını bir kere daha yazarsan seni kırarım” diye… Ne kalemimi kırabildim ne de adını yazdığım kağıtlarımı yakabildim. Yüreğim yandı ama onlara hiç bir şey olmadı…

Kimsesizliğin kalbiymişsin meğer, bu yüzden bir vurgun yeridir yüreğim! Peygamber ocağında adını her gün anıp yıllar önceki yaşantılarımızı göz önüne getirerek aynı duyguları hissedebiliyorsa insan, söylesene ne kadar vazgeçmiştir hissettiklerinden? Karşısında iki kelimeyi bir araya getiremezken, nasıl böylesine sıralı cümleler kurduğumu sorma bana. Tuzlu kahvenden içip Allah’ın emri ile seni aile büyüğünden istemekti benim asıl niyetim. Karşımda bana bakıpta gülen gözlerin eşliğinde uzatıp işaret ettiğin fincandan bir damla alıp irkilmem, senin de o anı görüp gülücüklerinle birlikte video almak olmalıydı o akşamki heyecanımız. Günler sonrasında alışverişe çıkarak yüzüklerimizi seçip altına isimlerimizle birlikte “o gün”ün tarihi de yer almalıydı.

Evet kadınım, hepimiz bu hayattan Elbet göçüp gideceğiz fakat tarih bizi hiçbir zaman unutmayacak…

Gelinliğini de sen seçmeliydin mesela. Beline kadar uzanan kıvırcık saçların, sırt dekolteni örtmeliydi. “Bu nasıl olmuş?” Diye bana bakarken, gözlerindeki mutlulukla beraber şirinliğini görüp sana sımsıkı sarılmalıydım. İçime doğuyorsun be kadın, gözlerimden damlıyorsun… En son birine karar verip alarak nikahımızın kıyılacağı güne dair provalar yapmalıydık birlikte. Düğünümüzde “sensiz kaldığım günlerden kurtuldum” diyerek keyifle oynamalıydım mesela.

Ama hiçbiri olmadı…

Hani gözlerine uzun uzun bakarken kafamı hafif kımıldatmaya kalksam uçurumu yaşıyordum ya!
Gittiğin o günden bu yana Soğuk Mart gecesini defalarca yaşadım. Gecenin en karanlık saatlerinde, şimşekler çaktı gökyüzünde ve gözyaşlarımı sildi yağmurlar.

Gözlerimi izlemek ile gidişini seyretmek aynı olmasa da sana baktığım yerden gözlerimi ayırmak uçurumu yaşatıyordu bana. Hadi sana bir soru, neden aklımdasın hâlâ? Hayatımda olmadığın günlerden, hayatımda olduğun günleri çıkartırsak ortaya hayatımda hiç olmayışın doğuyor. Söyler misin bir sevda adamının hayatına kaç olmayış doğar? Olmayanlar ve olmayacaklar listesinde birinciliği her daim korudum. Oysa ben tüm bunlara rağmen “O benim olmalı” dedikçe hayat “olmamalı” cevabını verdi bana.




Çocukluğumu sende bırakarak terkettim ruhuma yansıyan gülüşlerimi. İçi sensizlikle dolu bir hayat kaldı geriye. Ellerimde yokluktan kalma şiirlerle yaşamaya çalışıyorum. Bu aralar aklıma kazınmış gibisin! Bir türlü çıkaramıyorum… Saate baktığımda akrep ile yelkovan hep seni gösteriyor. Sivil hayatımda odamın duvarındaki saate teklifimi kabul ettiğin dakikaya ikimizin resmini yerleştirdim. Her baktığımda akrep ile yelkovan üst üste gelmiş seni gösteriyor. Öyle mutlu oluyorum ki o vakit, büyüğünden ikram bir şeker alan çocuk kadar büyüyor kalbim. Ayrıldığımız günün saatine de yine aynı resmin ortadan kesilmiş halini koydum. Saat ayrılığa geldiğinde yüreğim burkuluyor. Bu kez şeker satarak geçimini sağlayan ama asla o şekerden yiyemeyen bir çocuğun dramını yaşıyor kalbim.

Aşksız kalmak kolay da sensiz kalmak çok zormuş bu hayatta. Aklıma ok gibi saplanan gözlerin, beni düşündüğünün göstergesi midir bilmiyorum. Eğer öyleyse yapma ne olur. Beni düşünerek hayatındaki insanı ziyan etme. Aklında Beni yaşatıp bedenini yaşlandırma onunla. Ya al aklımdan gözlerini yada saçların hiç dolanmasın hayatıma. Onlardan ayrılayım derken kokunu yaşıyor ve yine/yeni/yeniden aşık oluyorum sana. Bu aşkın gözyaşları bende, mendili ise sende kaldı. Gittiğin günden bu yana gözyaşlarımı kimsenin silmesine müsade etmedim. Acısını ben yüklendim ve bir başkası sefasını sürüyor bu aşkın. Hiç düşündün mü “kaç mevsim sensiz kaldım?” Diye. Allah’a el açıp dualar ettiğimde gökyüzünden binlerce kez yüreğime damlayan oldun sen. Kaç promil seninle doluyum bilmiyorum. İçimde yaşattığım sensiz soluklarım, kendi nefesimi çaresizce kesiyor. Sensizliği de soluyorum soğuk kış gecelerinde. Gözlerimi yumduğumda göz kapaklarıma doğuşun, hayatıma hoşgelişlerin oluyorken, şimdi sigaramın dumanında yok oluşlarını izliyorum. “Allahım aklımdakini gönlüme hayırlı eyle” diye dualar ederken aklımdaki çoktan nikah masasına oturup imzasını atmıştır belkide. Sonra; tanımadığım bir adamın sevgili eşinden aşk dileniyorum” düşüncesi geliyor aklıma, kendimden nefret ediyorum. Hani olsaydıkta olmasaydı sonumuz böyle… Yaşadığına dair tarafından aldığım mesajlarda sağlığımı kaybettiğim günleri arıyorum. Nasıl bir ateşti o, derecesini hatırlamıyorum. Sana koşarak geldiğim ayaklarım bile buz kesmişti, yüreğim hâlâ sımsıcakken…
milyonlarca insan arasından yüreğime yerleşensin, taht kuransın sen. İçimde varettiğin devletin karargâhında atıyor kalbim. Sorarım sana; benim içimde kurduğun devletten beni nasıl kovdun? Saçlarına şiirler yazardım kokunu duymadığım zamanlar. Hayatımda olup sana hasret yaşarken, içimde bir çocuk yaşatırdım. Bakışlarınla büyür, merhametinle beslenirdi. Sonra gittin… Başımı okşayıp saçlarımdan öpmekten vazgeçtin. O çocuk şimdi ne halde biliyor Musun? Ölmedi hâlâ yaşıyor… Hayatıyla beraber oyuncaklarına küsmüş bir halde yaşam mücadelesi veriyor. Koluma bağladığım serumla adını enjekte ediyorum damarlarıma. İçimde öyle güzel yaşıyorsun ki, kirletmeyeceğim seni bir başkasıyla.




Kimsesizliğimin tek nedeni ikimizin birbirine sırt dönmesidir biliyor Musun? Omuz omuza verebilseydik eğer belki de böylesine hüsran kusuyor olmazdım. Acılar insanı eksiltmez, aksine bazı taşları yerine oturturmuş. Ahh gözlerinin kahvesinden bir yudum dahi alamadığım Esmer kadınım… Aklıma düştüğün O an sakın titremesin yüreğin, adın kelimelere karışmasın ve yıllar sonra gelme kapıma. Çünkü ben seni ilk gördüğüm halinle sevdim, son bildiğimle değil…

Hayat dediğimiz bu yolda ilerleyebilirsiz de, olduğumuz yerde sayabiliriz de. Ben sana ulaşmak için dikenli yollarda yalınayak koşarken sen o yolda sır ettin kendini. Kaç misafir araç geldi otoparkına sen hatırlamazsın belki ama ben hepsinin fren telini kopararak yanından ayrıldıktan sonra uçuruma yuvarlanmasına sebep oldum. Kaç cinayet işledim bu aşkta, kaç bedeni kefensiz gömdüm dikenli yolların altına bilmiyorum. Tek bildiğimse en kusursuz cinayet bile seni bana getirmiyor. Şarkılar “Yine sevebilirim” diyor ama benim ailemden sonra sevebilecek bir hayatımın olmadığına çoktan inandım. Şarkılara tutunup şiirlerle yaşananın acısını ben sana nasıl anlatayım be sevgili?

Emre Tamirciler

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Tarzanın anısına”

1923 te geldiği Manisa’nın enkaz kaldırılmasında bulunmuş, daha sonra da Manisa’nın yeşillendirilmesi için ağaç dikmeye başlamış. Belki de dünyada ilk kez çevre hareketini o başlatmıştır. Bu çıplak adam, bir bahçıvan çırağı, Ahmet Bedevi, yani Manisa Tarzanı’dır. Tarzan, kuru dalları ektikçe, sanki elinde sihir varmış gibi dallar yeşerip, fidan olmaya başlamış. Fidanlar ağaç olurken O, Yeşil Manisa’nın sembolü olmuş, Tarzan’ın kalbi; ağaçların gövdesi, dallar kolları oluvermişti.

Tarzan, yaşamında ağaç sevgisiyle bütünleşmiş, Birgün insanların doğa katliamına karşı kayıtsız kalamayacağını, yıllar önce haykırmış, Yeşil derken yüreği titreten, Ağaç sevgisi derken bilinci bileyen Tarzan, “Yeşilin Atası” olarak kabûl görmüştü..

Tarzan bir yaratıcıydı, Eşsiz özverisiyle, doğa ile iç içe yaşamanın güzelliğini insanlara öğretmiş,yaprağın yeşilinde sevinci, mutluluğu bulmuştur. Onun her söylediği sözde bir ders vardır. Sevdiğim Meralım derken bakışlarında acı, umut vardır. Çoçukluğum, gençliğim at üstünde geçti derken, duruşunda yiğitlik vardır. Yiğiti anlamak kolay mı? Sen diyesin Kerküt’te doğdu. Ben diyeyim Bağdat’ta. Nerede doğduğu çok mu önemli? Önemli olan çevreci olması, yeşili sevmesi. Daha önemlisi ormanlar meydana getirip”Yeşilin Atası” olması.




İnsan yapıtı olan her güzellik,büyük uğraşlar sonucu ortaya çıkmıştır. Bu gün Manisa ,Yeşil Manisa adını almışsa ,Tarzan’ın yaz-kış diktiği fidanlarının,ağaç olmasındandır. Ağaçların tomurcukları, baharı müjdelerken, sevgi tomurcuklarının çoğalması için Tarzan,fidanlıklar meydana getirmiştir. Doğa en katıksız güzelliktir. Tarzan , yeşili ümit, çiçekleri de çocuk gülüşü olarak görmüştür.

Doğa, bazen bir ağaç dalında yeşil haykırıştır. Bazen doruklarda bir buluttur. Doğada en büyük tutku , yeşilden esintidir. Tarzan , varlığına rüzgarın sesini,kuşların şakıyışını, ağacın yeşilini veren ilk doğa koruyucusudur. Daha doğrusu “Yeşilin Atası”dır. Tarzan , doğayı yeşiliyle, beyazıyla, kırmızısıyla… Tüm renkleriyle seven insandır. Doğa, dört mevsim var oluşun haykırışıdır. O, bu haykırışlar içinde, bazen kuş kanadında,özgürlüğü haykırmıştır. Tarzan renk cümbüşü ile bütünleşmiştir. Dağlar,onun evidir. bir ağaç altı, bahçesidir. Tarzan , gün gelmiş eğitici bir öğretmen olmuş, İnsanlara ağaç dikmesini, yetiştirmesini öğretmiştir.

Ağaç ve doğa sevgisinin önderi sayılan ve türkiye’nin bilinen ilk çevrecisi Manisa Tarzanı Ahmet Bedevi’nin Manisa ile bağlantısı, Türk ordusu ile beraber, Manisa’nın kurtuluşunda kente girmiş olmasıdır. O yıllarda kül yığını haline gelen Manisa’yı eski haline getirebilmek için, yaşamı boyunca Manisa’ya ve Spilios’a binlerce ağaç dikmiştir.

Ahmet bedevi; tarzan esprisine uygun bir biçimde, yaz-kış siyah şort upuzun sakalı ile o efsanevi tarzan filmlerinin bir izdüşümü gibi yaşamıştır.Tarzan, simge bir isimdir. Bu gün dünyada çevreci hareket hız kazanıyor. Çünkü tropikal ormanlar tükenmek üzere. 60 yıl önce tropikal hareket bu denli hız kazanmamıştı. Doğa sevgisi, doğa ile haşır neşir olan Tarzan’ı filmlerden izlemekti. Ama o bir filmdi. Ahmet Bedevi ise gerçek bir tarzandı.




Manisa’yı yeşillendiren tüm ulu ağaçları o dikti, dikilmesine öncülük etti. Dağda tek başına bir kulübede yaşamını sürdürdü. Ağaç kesenlerin korkulu rüyası oldu. Ağaç kesenlerin karşısına dikildi. Tarzan’ın Spil Dağı’ndaki kulübesine insanlar otuz dakikada yol alırken Tarzan bu yolu altı dakikada çıkıyor, üç dakikada iniyordu. Hem de hergün üç dört kez.

Manisa’nın ağaç ve yeşilliği ile özdeşleşen Tarzan, Türkiye’deki dağların zirvelerine tırmanmayı tamamlayıp Manisa’ya döndüğünde, kesilmiş ağaçları görünce, “Yokluğumdan yararlanıp ulu çamları kesmişler, evlatlarını kaybetmiş baba gibiyim, göğsüme hançer saplanıyor, dayanamıyorum” diyerek üzüldü. O kadar üzüldü ki kalp spazmı geçirerek hastaneye kaldırıldı. Aşırı efor nedeniyle kalp büyümesine bağlı yetmezlik teşhisi konulan Tarzan’a, kendisini daha az yorması önerilse de, o tam iyileşmeden hastaneden çıktığı gibi; kent merkezindeki park içerisine hazırlanmış yeni kulübesi yerine, Spil Dağı eteklerindeki ilk kulübesine yerleşti. Sağlık şartları bakımından tekrar hastaneye kaldırıldığı 31 Mayıs 1963 günü ise vefat etti.

Manisa Tarzanı , ölümünden sonra da ölümünden önceki gibi sevilmeye devam etti. Adına heykel yapılacak kadar sevilen Manisa Tarzanı, her yıl 31 Mayıs ve 5 Haziran tarihleri arasında Manisa halkı tarafından anılıyor ve anıyoruz. Mekanı cennet olsun inşallah…

Kaynaklar;
http://www.manisavdb.gov.tr/tarzan
https://www.cnnturk.com/yasam/film-degil-gercek-manisa-tarzani

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Herşeyi bilmek iyimi”

Adamın biri Musa Aleyhisselâm’a:
-Ya Musa, ben bütün hayvanların dilinden anlamak istiyorum. Tur’u Sina’ya gittiğin zaman Allah’tan iste de benim duamı kabul etsin, diyordu.
Musa Peygamber:
-Her şeyi bilmek iyi olmaz. Senin hayvanların dilinden anlamaman daha iyidir. Bu sevdadan vazgeç, dediyse de, adam illâ öğrenmek istiyordu.
Bir gün Musa Aleyhisselâm Tur’a çıktığı zaman Cenab-ı Allah Musa Aleyhisselâm’a:
“-Ya Musa! O kulumun duasını kabul ettim, bundan sonra bütün hayvanların dilinden anlayacak. Yalnız her şeye ehemmiyet vermesin, sonra onun için iyi olmaz.” buyurmuştu.
Musa Aleyhisselâm, Tur’u Sina’dan geldikten sonra durumu bildirip her şeyle fazla ilgilenmemesini söyledi. Kendisine selâhiyet verilen adam, akşam ahıra hayvanlarını yemlemeye girmişti. Orada eşekle öküzün konuşmalarına şâhid oldu.
Onlar aralarında şöyle konuşuyorlardı, öküz:
-Yahu eşek kardeş, senin işin ne iyi, bana yazın rahat yok, kışın rahat yok. Sabah olacak çifte koşacaklar, ama sense akşama kadar rahat gezeceksin, diyordu.




Eşeğin öküze nasihati şöyle oldu:
-Bunlar hep senin ahmaklığından… Sen sabah olunca hasta numarası yaparsın, akşamdan sahibimizin döktüğü yemi bile yemezsin. O da sabahleyin seni bu haliyle görünce çifte koşmaktan vazgeçer ve birkaç gün olsun istirahat etmiş olursun, dedi.
Bu sözler öküzün hoşuna gitmişti. Hakikaten yem yemedi ve öyle aç karnına sabaha kadar yattı. Eşek ise öküzün yemlerini bile kendisi yemişti. Tabii bunların bu konuşmalarını sahibi duymuş ve gülerek ahırdan çıkmıştı.
Sabah oldu, adam ahıra girdi ki, öküz aç. Kalkması için birkaç tekme vurdu ise de öküz hastalanmıştı. Adam:
-Bu sefer de onun yerine eşeği koşalım, diyerek aldı tarlaya götürdü
Akşama kadar eşekle çift sürdü. Eşeğin emdiği süt burnundan gelmişti. Akşam eve geldiği zaman öküz rahat rahat geviş getiriyor kendi kendine hakikaten bu iyi bir numara oldu diyordu. Eşek bu işin çekilemeyecek gibi olduğunu görünce öküze başka yoldan akıl verip kurtulmak istedi:
-Öküz kardeş, sen böyle yatarsan sahibimiz seni satacak. Bugün tarlada beni gören köylüler sordular. O da, zaten tembel bir öküzdü, şimdi de hasta oldu. Yarın kasaba vereceğim, dedi. Eğer yarın da böyle yaparsan kendini bıçağın altında bil, diyerek sabahleyin çifte gitmekten kurtuldu.

Adam bunların bu konuşmalarını dinledikçe kendi kendine gülüyor ve:
-Gördün mü ne kadar iyi bir şeymiş hayvanların dilinden anlamak, diyordu.
Ertesi sabah horozla köpeğin konuşmalarına şahit oldu. Horoz:
-Yarın efendinin, öküzü ölecek. Sana müjdem var. İyi bir ziyafet olacak senin için, diyordu.
Adam bunu duyar duymaz hemen pazara götürüp öküzünü sattı ve zarardan kurtuldu.
İkinci gün oldu, köpek horoza:
-Niye yalan söyledin? Hani ziyafet? Adam öküzü sattı kurtuldu, dediğinde, bu sefer horoz:
-Hiç merak etme! Öküzü sattı ama yarın kölesi ölecek ve onun hayrına mutlaka bir yemek yedirirler. Sen de artıklarından istifade etsen yeter, dedi.




Adam bunu da duymuştu. Hemen pazara çıkarıp kölesini de sattı. Köpek gene ziyafete erişememişti. Horoza:
-Beni ne kandırıp duruyorsun? diye çıkıştı. Horoz:
-Ben yalan söylemem… Ziyafet var dediysem vardır. Efendimiz öküz ve köleyi satarak zarardan kurtuldu ama yarın kendisi ölecek, işte o zaman ziyafetin büyüğü olacak, dedi.
Adam horozdan bunları duyunca etekleri tutuştu. Ne yapacağını şaşırdı ve doğru Hazreti Musa’nın huzuruna çıkıp durumu anlattı:
-Hakikaten ben yarın ölecek miyim? Bunun bir çaresi yok mu? diye yalvarmaya başladı. Musa Aleyhisselâm:
-Ben sana demedim mi? Her şeye ehemmiyet vermeyeceksin diye… Eğer sen öküzü satmasaydın, o ölecek ve belâ atlatılmış olacaktı. Ama sen onları satmakla başkalarının zarar etmesini istedin. Kendi menfaatini düşünüp başkalarını kendisi gibi hesap etmeyenin hali budur, dedi.
İşte günümüzde de menfaat uğruna birbirini satan, kendi çıkarları için karşısındakini harcayan, ama zararla oturan nicelerimiz var. Rabbim kimseyi doğruluktan ayırmasın. Umarım bu kıssadan hisse bizlerin kulağına küpe olurda karşımızdaki insana insan gibi muamele eder, Sevgimizle, Saygımızla ve dürüstlüğümüzle kardeş gibi geçinmesini öğreniriz. Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak

Çilem Duman yazdı; ”Çünkü isimsiz müzisyen manasında Noname kavramı sadece kibir’ in ürünüdür​”

Çünkü isimsiz müziyen manasında Noname kavramı sadece kibir' in ürünüdür!

Merhabalar değerli DS Kültür Sanat okurları belli periyodlarda sanat kültüre dair köşe yazılarımla sizlerle olacağım. Öncelikle geçirdiğimiz zor Korona sürecinde evde kaldığımız üç aylık sürecin ardından yavaş yavaş normalleşme sürecine girmiş bulunmaktayız. Tabi bu maske ve mesafe kavramımızı kaybetmek anlamına gelmiyor. Temkinlerimizi alacağız. Bugün sizlere hem biraz zorluklar içinde kalan müzisyenlerimizden bahsederken biraz müzik meslek birliklerine kısa eleştirilerim olacak.

Eğlence sanat sektöründe konser müzik eğlence programlarında isimli isimsiz müzisyen ayrımı yapan sanat camiası hani bir Noname kavramıyaratanlar var ya ülkede elbet birazdan buna da değineceğim!! Bir keretüm müzisyenler zor durumda çünkü onlar günlük kazandıklarıylayaşıyorlar. Eğlence sektörü her olağanüstü durumda ilk yara alan sektör.Burda meslek birlikleri ne yaptı MSG üyesi olarak tüm ekibi tebrikediyorum. Bestekarları ile ilgilendi ramazan kolileri yolladıiletişimini üyeleri ile koparmadı. Bu bilgiyi verdiğim camianın en gençtanınmış Mesam üyeleri besteci arkadaşlarım bu bilgileri benden alıncaaralarında bayağı bir selzenişte bulundular.

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Diğer bikaç Vakıf dernekler de bizlerden biraz daha yaşını almış tanınmış sanatçılar da aralarına bir kaç genç tanınmış sanatçı arkadaşları da alarak müzisyenlere online yardım konserleri verdiler. Sizce bunlar yeterlimi değil. Zaten elinde bu tarz medyatik ekran önü olan ya da olmaya çalışan oluşumlar birilerini gündeme getirmek amaçlı magazinsel Türkiye sınırlı maalesef medyatik kavramlı bir yol izlemekteler. Bugidişle ne yazık ki bütün meslek gurupları vakıf ve dernekleri sınıfta kalabilirler. Zaman içinde yandaş kendi yakınındaki medyatik Tanınmış Sanatçı arkadaşları gündeme alarak devam edecekler. Bu yüzden de müzisyen tabanının güvenini kazanmaları çok zor olacak. Sponsorlarla online sistem de onlar yerini alacak amaç aslında bu. Ama herşeyden önce samimiyet çok önemli ilerki zamanda göreceğiz bakalım. Şimdi gelelim şu Noname kavramına.

Yurt dışı ülkelerinde hollywood starların dahi normal bir kafe halkla metrolarda kafeler de bir hayat yaşama standartını bildiği Gerçek Sanatçıların olduğu İsimsiz anlamına gelen Noname kavramını karşıya koyan saygısız tavrı asla ve asla tasvip etmiyorum. Ünlü kavramınıda daha çok kitleler tarafından tanınmış kişi ve daha az kitle tarafından tanınmış kişi sanat insanı kavramı daha şık saygılı ve etik. Bu yüzden size İsimsiz tavrı olan hiç kimseye asla taviz vermeyin müziğe emek veren ve gönül vermiş tüm müzik yoldaşı arkadaşlarım. Çünkü isimsiz müziyen manasında Noname kavramı sadece kibir’ in ürünüdür. Beni bilen bilir hayatını müziğe adamış belli bir birbirinden güzel yürekli dinleyici kitlesi olan tanınmış sanat İnsanıyım.

Ünlü, ünsüz kavramı da benim için yoktur. ”Ün” de Kibir ‘in mahsuludür. Buraya kadar yazdıklarımdan anladığınız, sanırım yazılarım ve söylemlerim ne kadar manidar olacaktır. Müziğe sanata kültüre değer vererek tabiki köşe yazılarıma dskültürsanat platformunda devam edeceğim. Çünkü DS Kültür Sanat ekibi gerçek kültüre ve sanata değer veren bir platform. Normalleşme sürecine geldiğimiz şu süreçte bakalım müzik ve sanat sektörü ve emektarları neler yaşayacak izlenimleri mi sizlerle paylaşacağım… Hem güzel bir merhabamı söyledim hem de tespitsel birtakım durumları sizlerle burdan kalemimden paylaştım. Bu yazıyı okuyan okuyacak herkese sonsuz sevgilerimi sunarken sevgi ve iyilikle kalın canlar. Bir başka yazımda görüşmek dileğiyle.

Çilem Duman
cilemduman@dskultursanat.net

Emre Tamirciler’in kaleminden ”Hüzünlü bayram”

Bir cümlenin başına “SON” sıfatını getirince değer kazanırmış tüm satır. Hayatta böyle değil mi zaten? Bazen yaşadığımız zorluklarla mücadele etmeye gücümüzün yetmediğini düşündüğümüz vakit isyan edermişcesine yaşayıp, karamsarlığa bürünüyoruz. Fakat “Bu gün hayatının son günü, ne yapmak istersin?” Sorusunu kendimize sorduğumuzda tüm karamsarlığımızı, yorgunluğumuzu üzerimizden atar hale geliyoruz. Çünkü bu gün hayatımızın son günü. Tüm kırgınlıklarımızı, üzüntümüzü unutuyor, zamanında yaşayıp kıymetini bilemediğimiz şeylere anlam yüklemeye çalışıyoruz. Bunun için ne kadar da geç kaldık öyle değil mi?

Bu gün Ramazan Bayramı…
Ardımızda koskoca bir Ramazan ayını bıraktık. Orucumuzu tuttuk, ibadetlerimizi yerine getirdik belki ama Ramazan boyunca alnımız cami cemaatinle birlikte secde görmedi. Yaşadığımız salgın hastalıklar, dünyaya hakim olan virüs bizi eş, dost, akrabalarımız ile bir araya getirmediği gibi hiç tanımadığımız insanlarla dahi bir namaz kıyamında omuz omuza veremedik.




Büyüdükçe bir önceki bayramı hasretle hatırlayıp “nerede o eski bayramlar?” Derken, bu gün bir önceki bayramda yaşadığımız; birlik, beraberlik, huzur dolu bayramı arar olduk. Kabul edelim arkadaşlar; Ramazan ayının, bayramın, sevginin, dostluğun, ailenin ve sayamadığımız bir çok anı yaşayıp kıymetini bilerek şükürler etmezken, onları kaybettiğimiz zaman değerini ve önemini anlar olduk.

Evet bu gün bayram…
İlk kez bir bayram namazını Camii cemaatinle birlikte kılamadık. Tekbir sesleriyle yankılanan, arş-ı alaya yükselen birlik ve beraberliğin sesi olamadık. Kırdığımız bir kalbi onarmak, bir telefonla halini-hatırını sorup Gönüller alamadığımız için “kendimize” kolay gelen şeyleri yaparak duvarlar ördük etrafımıza. Kaybettik ve kaybetmeye devam ediyoruz arkadaşlar. Çoğumuzun yüreğine daha küçükken sevgi tohumları ektiler ama biz onları filizlendirmek için birbirimizin yüreğine su serpmedik. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın?” Düşüncesinin yanlış olduğunu bize aşıladılar ama ne yazık ki yaşadığımız/yaşattığımız durumlar bize yapılan aşının etkisini kaybettirdi. Hepimiz unuttuk! Bir gün Camii minaresinden selânın bizim için okunacağını… İnsan gibi yaşamayı öğrenelim derken, içimizde bastırılmış duyguların birden taşıp ortalığı bir deprem enkazına dönüşmesine izin vermeyelim. Sahip olduğumuz her ne varsa farkına varalım. Tüm kırgınlıkları bir kenarı bırakıp, nefret kusan tüm kötü düşüncelerin üzerini örtelim, Çünkü bugün geriye kalan hayatımızın ilk günü. O yüzden geçmişte yaşadığımız her ne varsa orada bırakalım kalsın. Yarın “artık çok geç” dememek için bu gün öpülecek bir elimiz varsa eğer şükür ederek öpelim ki sahip olduğumuz şeyleri bir gün kaybettiğimizde pişmanlığını yaşamayalım.

Rabbim bizleri zamanında kıymet bilip, değerini hakkıyla verenlerden eylesin. Bayramımız mübarek olsun…

Emre Tamirciler

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Temizlik imandan gelir”

Facebook hesabımda yer alan Manisa’nın Tarihi Değerleri adlı sayfama kayıt etmek üzere, Manisa’mızın tarihi güzelliklerine yolculuk edip, tüm ihtişamlı değerlerimizi karelere hapsedeyim dedim. Ama ne yazık ki bazı ihtişamlı değerler beni olduğum yerde hapsetti dersem hiç abartmış olmam…

Biz vatandaşlar olarak hep devletimizden hizmet bekleriz, lâkin bu hizmetleri aldığımızda da ne kıymet biliriz, ne de değer… Her şeyi devletten beklemekte biraz hazırcılık olur gibi.

Evet, ilk durağım Osmanlı dönemine ait 1570 yılında dikdörtgen planlı, ahşap tavanlı Defterdar Mahmud Efendi’nin yaptırmış olduğu; bugünkü adıyla Arapalan Camii oldu. Bu güzel camiimize ilk adım attığımda her yönüyle camiilerine sahip çıkmış gönüllü cemaati ile karşılaştım. Bir masa etrafında toplanmış eski Osmanlı tadında camii sohbetleri yapıyorlardı.
Ve kendilerine Allah’ın selamını verip karşılığını aldıktan sonra camiinin güzelliklerini fotoğraflamaya başladım. Bu arada bana eşlik eden camiimizin gönüllü cemaatinden Hüsamettin kardeşime de buradan teşekkür etmek istiyorum.




Bu camiimizden ayrılıp hemen yukarısında Lalapaşa Mahallesi’nde bulunan ve cami kitabesinden öğrenildiğine göre Mehmet Paşa tarafından 1569 tarihinde yaptırılan Lalapaşa Camii’ne uzandım ama ne yazık ki biraz önce ayrıldığım Arapalan Camii kadar bakımlı olmadığını görünce hem üzüldüm, hem de endişelendim? Nedenine gelince; caminin arkasında bulunan eski yıkılmış bir ev, ve camii ile bağlantı duvarı yıkık, dökük izbelik bir hâl almış. İçerisinde kendini bilmezler tarafından ateşler yakılmış adeta camii tehdit altında ve moloz yığınları ise çirkin bir görüntü meydana getirmiş. Camii çevresi koruma demirleri konması şart görünüyor.  Burada da camiinin güzelliklerini objektifime yansıttıktan sonra rotamı Manisa’mızın belki de en önemli turistik bölgesi olan Çaybaşı Deresi, Gülgün Hatun Dere Mescidi, Ağlayan Kaya Niobe, Anfi Tiyatro ve Kır kahvesi’ne çevirdim.

Yakın zaman önce temizliği yapılmış Çaybaşı Deresi. Ne yazık ki burada da kendini bilmezlerin hışmına uğramış adeta bir çöp yuvası olmuş, ve akşama doğru olmasına rağmen Çaybaşı Deresi, anfi tiyatro, Çaybaşı Köprüsü biracıların meskeni olmuş sanki. Her bir köşede akşam sohbeti eşliğinde biralarını yudumluyorlar… Hadi içtiniz eyvallah, bari çöpünüzü alında gidin. Yani nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak…

Çirkin görüntüleri görmek istemiyorum ama sanki hepsi de sözleşmiş gibi karşıma çıkıyorlar
Derenin hemen karşısına yani Gülgün Hatun Dere Mescidi’ne geçtim. Burası da yakın zaman önce restorasyonu gerçekleşmiş bir tarihi eserimiz. Burada da görmek istemediğimiz görüntüler içimizi acıtan cinstendi. Hamam’ın demir kapısı açık içlerine kadar girilmiş, ateşler yakılmış tüm güzelliğini istismar etmişler.
Yazımın başında dediğim gibi Her şeyi devletten beklemek doğru değil, birazda elimizi taşın altına koymak biz vatandaşların görevi olmalı. Ne demişler “temizlik imandan gelir”




Bir görüşüm daha var buda yetkililerimiz için.
Kır kahvesi önünde bulunan yol üstü köprüsü ve hemen üstünde bulunan tarihi Çaybaşı Köprüsü eğer bugün önlem alınmazsa yarın bu köprülerden eser kalmayacak. Eğer bu yazdıklarım değer bulup önemsenirse ben değil, Manisa kazanacak…

Ben gördüğümü bir daha bu çirkinlikte görmek istemediğimi ve kendime iş edinip yazmakla mükellef oldum. Dikkate alınır umuduyla;  Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak söylediği, dinleyenin de yararlandığı sözdür diyor, sağlıklı ve temiz bir çevre olmasını temenni ediyorum.
Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak

Page 4 of 6

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén