Kategori: Köşe Yazıları Page 1 of 6

ABD Hapishanelerinde suçsuz yere yatılan 38 yılın karşılığı olabilir mi?

ABD’de Maurice Hastings adında bir adam, 38 yıl boyunca işlemediği bir suç nedeniyle gençliğini parmaklıklar ardında geçirmek zorunda kaldı. 1983’te bir kadına tecavüz edip öldürmekle itham edilen Hastings, ömür boyu hapse mahkûm edildi. Yıllar boyunca masumiyetini savunsa da kimse sesine kulak vermedi. Ta ki 2021’de dosya yeniden gündeme gelene kadar… Yapılan DNA testleri, Hastings’in suçsuzluğunu kesin olarak ortaya koydu.




Devlet şimdi ona 25 milyon dolar tazminat ödeyecek. Miktar büyük, hatta eyalet tarihindeki en yüksek rakam. Ama asıl mesele şu: 25 milyon dolar, kaybolan 38 yılı geri getirebilir mi? Gençliğin coşkusunu, özgürlüğün kıymetini, ailesiyle yaşanamayan anları, kaçırılan hayalleri parayla telafi etmek mümkün mü?

Devlet diyor ki: “Hata yaptık, kusura bakmayın.”

Ama işin doğrusu, bu sözler kaybolan yılları geri getirmiyor. Bu durum, aklıma Ferhan Şensoy ve Rasim Öztekin’in başrollerini paylaştığı Pardon filmini getiriyor. Filmde hatalar ve yanlış anlaşılmalar gülünç bir dille ele alınır, ama gerçek hayatta “pardon” demek ne yazık ki yeterli olmuyor.

Bu olay bir kez daha gösteriyor ki adalet mekanizmasındaki en ufak bir hata bile bir insanın tüm yaşamını altüst edebilir. Bir mahkeme salonunda verilen yanlış hüküm, yıllar sonra DNA ile çürütülebilir ama geçen zaman asla geri dönmez. Hastings’in yaşadıkları sadece kişisel bir trajedi değil; aynı zamanda adaletin ne kadar kırılgan olduğunu, devlet “yanlış yaptım” dese bile geride bırakılan hasarın telafi edilemeyeceğini hatırlatıyor.




Bugün Hastings özgür ve elinde milyonlarca dolar var. Fakat kaybolan 38 yılı hiçbir yargı kararı, hiçbir tazminat geri veremez. Belki de en önemli soru şudur: Bir ülkede, bir hukuk sisteminde, masum bir insanın bir gün bile haksız yere özgürlüğünden yoksun bırakılması kabul edilebilir mi?

Erkan Akbalık yazdı: ”Manisa’da Mimar Sinan tek eseri Muradiye camisi ve külliyesi değildir!”

Erkan Akbalık

Muradiye Camisi, Manisa’nın tek selâtin camisidir. Yani bizzat bir padişah tarafından Manisa’da yaptırılmış tek camidir. Banisi (yaptıranı) Sultan III. Murat, mimarı Mimar Sinan’dır. 1586 Yılında tamamlanmış olan bu şaheser, mimarın Ege bölgesindeki tek eseri olarak bilinir. Sadece bir cami değil bir külliyedir. Yanında bulunan medrese ve imaret ile birlikte zamanın acımasız tahrip gücüne rağmen günümüze kadar ulaşabilmiştir. Batısında yer alan kütüphane çok sonra, 1806 yılında Karaosmanoğlu Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Devrinin ve Manisa’nın müstesna eserlerindendir. Şehrin en fazla ziyaretçi alan, gezenlerin hayranlıkla izlediği tarihi miraslarımızdandır. Mimar Sinan’ın izi yapı üzerinde rahatlıkla görülebilmektedir.




Peki, Muradiye Cami ve Külliyesi Mimar Sinan’ın tasarladığı Manisa’daki ve dahi Ege’deki tek eseri midir?
Cevap için Manisa tarihi içinde biraz yolculuk yapalım.
I. Süleyman yaklaşık 7 yıl Sancak Bey’i olarak kalacağı Saruhan’a (Manisa) 1513 yılında gelir. Henüz 19 yaşındadır. Yanında çok sevdiği annesi, Yavuz Sultan Selim’in eşi Hafsa Sultan da vardır. 1520 Yılı Eylül ayının 21’ini 22’sine bağlayan gece babası vefat eder. Haberi alır almaz yola çıkar ve 30 Eylül günü, 7 Eylül 1566’ya kadar 45 yıl, 11 ay, 8 gün kalacağı Osmanlı Devleti’nin tahtına 10. Padişahı olarak oturur.

1520 Yılında Manisa’dan İstanbul’a yola çıkarken aile efradını da yanında götürür. Annesi Manisa’da kalır. Hafsa Sultan bu duruma çok üzülür ve oğluna duygulu bir mektup yazar. Bu mektup neticesinde yaklaşık bir ay gecikmeli de olsa Hafsa Sultan’da İstanbul’a aldırılır. Kendisi, Osmanlı’nın ilk Valide Sultan unvanını alan Padişah annesi olur. Anne oğulun Manisa yıllarında Hafsa Sultan namına bir külliye inşaatına başlanmıştır. Külliyenin mimarı Acem Ali’dir. Acem Ali, Yavuz Sultan Selim’in mimarbaşıdır. Bu unvanı Osmanlı’da alan ilk mimardır. Asıl adı Alaeddin oğlu Ali Bey olmakla birlikte, Yavuz Sultan Selim’in doğu seferleri sırasında İranlılardan esir alınmasından dolayı kendisi Acem Ali olarak tanınmıştır.




Acem Ali’nin kendine ait bir ekolü vardır. Bu ekol öyle tanınmıştır ve kendinden öncekilerden öyle farklıdır ki herhangi bir yerinde kitabe ya da imzası olmasa da tarzı itibariyle Acem Ali’nin eseri olduğu hemen bilinir. En güzel örneklerden biri de Manisa Sultan Camii ve Külliyesi’dir. Yavuz Sultan Selim’in vefatı sonrası, I. Süleyman, ailesi ve annesi Manisa’dan ayrılırken inşaat devam ediyordu. Manisa’yı terk ettikten yaklaşık iki yıl sonra 1522 yılında Cami, Hankah, Medrese, İmaret, Sıbyan Mektebi gibi binaların açılışı yapılır. Manisa’da olmasalar da Hafsa Sultan ve oğlu külliye inşaatını takip ederler. Bitimi ile birlikte külliyeyi idare etmesi ve ilminden de faydalanacakları bir kişinin gönderilmesi için devrin en tanınmış âlimlerinden Sünbül Efendi’den münasip birini talep ederler. O da en has müntesiplerinden Merkez Efendi’yi Manisa’ya gönderir. Merkez Efendi, Sünbül Efendi’nin vefatına kadar (1529) Manisa’da kalır. Vefat haberini alır almaz da İstanbul’a döner. O dönene kadar külliyede bugünkü Hamam ve Bimarhane yoktur.

Acem Ali, Yavuz Sultan Selim döneminde başlayan mimarbaşılık görevini, 10. Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman döneminde de -1537-38 yıllarına kadar- devam ettirir. Vefatı ile birlikte aynı yıllarda (1537-38) Mimar Sinan mimarbaşı olur. Mimar Sinan, çok etkilendiği Acem Ali ekolünü devam ettirdiği gibi daha da ileri götürür. 1534 Yılında annesi Hafsa Sultan’ı kaybeden Kanuni Sultan Süleyman, müteakip yıllarda, annesi adına Manisa’da yaptırılan külliyeye 1538 yılında açılan hamamı ve 1539 yılında açılan Bimarhane’yi (Darüşşifa) yaptırtır. Bu iki eserin planlarını, yaklaşık 50 sene sonra III. Murat için yapacağı Muradiye Cami ve Külliyesi’nde olduğu gibi Mimar Sinan çizmiştir.




Konu, Mimar Sinan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Üyesi Prof. Dr. Gönül Cantay tarafından, 20 Haziran 2007 tarihinde Prof. Dr. Ali Haydar Bayat anısına düzenlenen “Osmanlı Sağlık Kurumları Sempozyumu”nda, “Osmanlı Mimarisinde Darüşşifalar” konulu yazısında yer almıştır. Yazının ilgili kısmı şu şekildedir “Manisa’da Hafsa Sultan Darüşşifası, aynı isimle tanınan külliyeye H.946/M.1539 yılında katılmıştır. H.929/M.1522 tarihinde Cami, Medrese, İmaret, Hankah ve Sıbyan mektebinden meydana gelen külliyeye, darüşşifadan önce H.945/M.1538 yılında da çifte hamam katılmıştır. Bu iki yapı, Mimar Sinan tarafından planlanmıştır. Yapı Kanuni Sultan Süleyman tarafından annesi Ayşe Hafsa Sultan adına inşa ettirilmiştir.”

İhtisasında otorite olan Prof. Gönül Cantay’ın bu tespitinden sonra Manisa tanıtımı yapılan her platformda “Manisa’da Mimar Sinan’a ait üç eser olduğu” ifade edilmelidir. Ziyaretçilere bu bilgiler aktarılmalıdır. Manisa’ya artı değer katan bu konuda sorumluluk sahibi olan herkese ve kuruma bu bilgileri hatırlatır gereğinin yapılmasını arzuları.

Yüksel Itak’ın kaleminden ”İnsan olmak kuruş ile değil, duruş ile ölçülür”

Günümüzde herşeyin farklılaştığını gözlemlediğimiz konulardan birisi de yapılan bunca hizmetlere karşı halkın bu gidişattan memnun olmaması geliyor. Peki nasıl oluyor da bunca hizmetlere karşı memnuniyet duyulmuyor?..

Örneğin; Diyelim ki bir Başkanlık seçimi öncesinde Başkan olacak kişi doğal olarak hizmet için vaadlerindeki projelerini halkıyla paylaşır, Başkan olduğu takdirde bu projelerini hayata geçireceğini beyan eder.. seçildikten sonra da söz verdiği üzere bu vaadlerini sırasıyla tek tek yerine getirir ve her platformda ben söz verdim ve yaptım der..




Tabii bu örnek verdiğim yapılmış hizmetler için, birde sözünde durmayıp ta kendi insiyatifi doğrultusunda yapılmış öylesine diyebileceğimiz hizmetleri, Çok önemli bir hizmet yapmış gibi gösterenlerde var olduğunu görüyor ve biliyoruz.. Halkın memnuniyet duymadığı esasına gelince, herkesin hem fikir olduğu bir şey var oda “Eşitsizlik” olduğunu söyleyebiliriz.. burada konuyu biraz daha açarsak daha net anlaşılır olacak sanırım..

Mesela bir yer düşünün; oraya hizmet bir gidiyor, iki gidiyor, üç gidiyor!.. bu tarafa ise bir hizmet götürerek, halka sunarken genellemeye sokarak her yere hizmet götürdüklerini beyan edince, hizmet alamayan bölgelerde sitemler, şikayetler kaçınılmaz oluyor… O’da yukarıda belirttiğim gibi “Eşitsizlik” tepkisi halkın dilinde sakız olup, oy alınan bölgelere hizmet gidiyor, oy alamadıkları bölgelerede hizmet gitmiyor türünden sitemlerin ardı arkası kesilmiyor..




Bugünkü yazımın konusu itibariyle hizmetlerin eşit olarak ayrım gözetmeden yapılmasına ilişkin güzel bir kıssa ile yazımıza devam edelim..

Genç Kaymakam, yeni atandığı ilçeye bakmaya gitti. İlçeyi kendi başına gezdikten sonra, ara sokakta gördüğü çay ocağında, bir bardak çay içeyim diye oturdu.O anda 12-13 yaşlarında bir çocuk, ”amca boyayayım mı ? dedi.Ayakkabısı boyalı olmasına rağmen, çocuğu kırmamak için ”Tamam gel boya” dedi.Bu arada ”iyi boyarsan sana istediğin paranın iki katını veririm” deyince, o çocuk:”Ben hep aynı boyarım” dedi.Kaymakam, “nasıl yani?” deyince;




Öğretmenimiz: ”çocuklar, ne iş yaparsanız yapın, herkese aynı yapın. Ayrım yapmayın” diye tembih etti. Ben de bu parayla hasta anneme ilaç alacağım, sana ayrım yaparsam o ilacın annemin hastalığına şifası olmaz.

Genç Kaymakam, hayatının en iyi dersini almıştı. Ağlamamak için kendini zor tuttu ve Boyacı çocuğa cebindeki en büyük parayı verirken, bir de kartını verdi. Babası olmayan ve hem okuyan hem de hasta annesine bakmaya çalışan çocuğa ilgilenme sözü verdi.

Çocuğa o dürüstlüğü aşılayan öğretmeni de ziyaret ederek, ilçe de görev yaptığı sürece ilgi gösterdi. Boyacı çocuktan duyduğu “Herkese aynı hizmet” ifadesini meslek hayatında unutmamak ve hep uygulamak için makamında, masasında bulunan isimliğinin arkasına yazdırdı. Kişiye göre farklı hizmet vermemek için elinden geleni yaparak “İnsan olmanın, kuruş ile değil, duruş ile ölçüldüğünü” anlamış oldu… ne diyelim bizimde bildiğimiz bu yönde!.. Herkese aynı hizmet demek, Hakka hizmet demektir.. Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
Köşe Yazarı

Son dönemin en iddialı korku filmlerinden biri olan ”Küffar”ı hafızalarınızdan silemeyeceksiniz!

Abdussamed Tosun
dskultursanat@yahoo.com

Türk sinemasının son dönemlerde en çok rağbet gören türleri arasında yer alan korku özellikle cin filmleri yükselişini devam ettiriyor. Bu filmlerin bu kadar ilgi görmesinin nedenleri arasında ise gizemli hikayeler, gerilim, adrenalin ve dini motiflerin kullanılması olduğunu düşünüyorum. Bu tür filmlerde korku ögelerinin oluşturulması ve işlenmesi, görsel efektler, ses ve ışık desteği ile birçok sinematik teknik kullanılarak izleyici de yoğun bir duygu olan korku hissi oluşarak bilinçaltına hitap ediyor. Her daim cinni varlıklardan korkmuşusuzdur yani bize öğretilen o şekildedir.




Hatta üç harfliler ifadesi kullanırız ki, ismi ile hitap edildiğinde bulunduğumuz yere geleceklerinden endişe duyarız. Yani bugüne kadar bize öğretilenler bu şekildeydi. Peki neden bu konudan bahsettim şimdi oraya geliyorum. Yönetmen Hakan Yusufoğulları ve Mesut Erbaş’ın cinleri konu alan yeni filmi ”Küffar” bu hafta sonu vizyona giriyor. Daha önce yayınladığı ”Zebun” filmi ile büyük ilgi görmüşlerdi.




Yeniden ses getirecek bir film olduğu konusunda şüphem olmadığı gibi film, bir kardeşin kaderinin diğerine büyü yoluyla geçtiği ve bir cin kabilesiyle mücadele etmek zorunda kalan bir ailenin hikâyesini konu alıyor, yine cinlerin kol gezdiği, İslami motifler üzerine kurulu bir korku hikayesi sinemaseverleri bekliyor. Eğer ki korku filmi özellikle cin temalı filmleri seviyorsanız bu film tam olarak size hitap ediyor demektir, sinema salonunda o korku duygusunu iliklerinize kadar yaşayacağınız Küffar, 5 nisan’da HM Productions etiketi ile tüm sinemalarda izleyicisi ile buluşacak.

 

Çilem Duman: ”Yeni yıl iyilikle mutlulukla gelsin”

Değerli Ds Kültür Sanat okurları bir yeni yıla daha merhaba diyoruz. Her sene sonu olduğu gibi 2022 yi uğurlarken duygularımı sizlerle paylaşmak beni çok mutlu ediyor. Zaman kavramı ne kadar da hızlı geçen bir hal aldı. Çok hızlı geçen dakikalar, günler, aylar ve tabiki yıllar. Sizce ne kadar kıymetini anlıyoruz zamanın? Ne kadar kendimize sorabiliyoruz?

Emre Tamirciler’in kaleminden ”Boşluk”

Bu zamana kadar yazılarıma hangi kelimeden başlayacağımı bilemedim. Kağıtlar üzerinde kalemim yıllarca dans etti belki ama bir türlü başlangıcı bulamadı. İçimizi kaplayan, kendi benliğimizi – özümüzü kaybedip yanlışlar yaparak yaşamamızın en büyük sebebi; İnsanın kendini boşlukta hissetmesidir – diyebilir miyiz? Bilmiyorum. Son dönemde karşılaştığım, sohbet ettiğim insanların içinde koca bir boşluk görüyorum sadece.

Çilem Duman’ın kaleminden: ”2021’e de veda ediyoruz”

Bir yıl daha bitiyor. Zaman nasıl geçiyor? Tabiri doğru olacaksa su gibi geçiyor. 2021’e de veda ediyoruz sayılı günler kaldı. Yine sağlık konuları gündemden düşmedi. Hayatımızda salgın Covid hastalığından korunabilmek adına ve normalleşmek için aşı en önemli gündem oldu. Normalleşebilmek adına sorumluluklarımızı pek çoğumuz yerine getirdik. Nispeten o karanlık günleri sağlık adına atlatıyoruz şükürler olsun. Bu yeni yıla biraz, daha normal hayatımız rutinlerinde başlayacağız. Samimiyetle söylüyorum ben 2022 yılına umut ile başlayacağım.




Tüm olumsuzluklara karşı ileriye bakmanın büyük motivasyon olduğunu düşünüyorum. Motivasyonumuzu yeniden kazanmalıyız canlar. Hayat ne yaşanırsa yaşansın devam ediyor ve her yeni yıl gibi yine yeniden devam edecek.Elbette hem ekonomik hem sağlık hem de maneviyatta zor, dönemlerden geçiyoruz. Ama ben güçlü ve kendine inananlardan olmayı seçiyorum. Sizler icin bu yazdıklarımın aynı duyguları yaşatması tabiki en büyük temennimdir. Yeni dünya düzeninde her geçen gün farklılıkları görsek dahi moralimizi motivasyonumuzla yenileyelim yenilenelim isterim. 2022 den doğruluk samimiyet iyiliğin güzelliğin galip geldiği hep iyi güzel olaylarla dolu bir yıl olmasını o kadar çok istiyorum ki? İki yıldan uzun süren pandemi döneminde hepimiz çok yorulduk yıprandık. İşte bu yüzden diyorum ki 2022 de hepsini geride bırakalım umut ile yaşayalım. Sevgili Ds Kültür Sanat okurları olumlu bakışınızı asla kaybetmetmeyin. Hepinize bol kahkahalı bereketli neşeli bir 2022 yılı diliyorum. Bir sonraki yazımda görüşmek dileğiyle sevgiyle kucaklıyorum.

Çilem Duman

Yazar Emre Tamirciler’in kaleminden; ”Kaybedilen Her Ne Varsa”

Uzun zamandır satırlarımdan ayrıyım; bu yüzden kelimelerimin boynu büyük kaldı bembeyaz kağıtlarda. Özledim; masumca yaşadığımız, kalp kırmadan yaşayabildiğimiz ve en önemlisi bir gün öleceğimizi bilerek yaşadığımız zamanları özledim. Büyüdükçe kaybettik; önce masumiyetimizi, sonra da iyi niyetimizi. Memleketi, ırkı, mezhebi, rengi ne olursa olsun; bir çocuğun başını okşamayı çok gördük kendimize. Yağmurdan kaçarcasına kaçtık birbirimizden! Ailemizden, akrabalarımızdan, dostlarımızdan…


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

kısacası bizi var eden her şeyden kaçtık. Yabancı limanlara sığındık! Kendi hayatımızı mültecilere çevirdik. Karşı tarafın bizi hoş karşılayacağını düşündük ama onlara yaklaştıkça kurşunlar yağdırır gibi gerçekleri yağdırdılar üzerimize. “İstenmiyorsunuz” dercesine… Halbuki başta istercesine hareket eden, merhamet sergileyen onlar değil miydi? Onlar sayesinde kurşun gibi kelimeler sarfetmedik mi birbirimize? “Öleceksin bir gün!” Diyerek haykırmadık mı gerçekleri, ölümün zamanını dahi bilmeden! Yanlışlar yaptık, bizi sevenleri hüzünlere boğarak… Halbuki bizi sevenlerin nokta kadar kıymetini bilebilseydik, biraz olsun sevgi ve saygıyla yaklaşabilseydik her şey çok farklı olabilirdi, ama yapamadık.

Paylaşmayı beceremedik…!
Ülkemiz alevler içerisinde yanarken “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dercesine çekildik kendi kabuğumuza. Salgın hastalıklarımızda maskelerimizi takmayıp kendi hayatımızı tehlikeye attık bir başkasının sağlığını düşünmeden! “Önceden komşusu açken tok yatan bizden değildir” derdik, şimdi bizden olmayana “karnın aç mı?” Sorusunu sormayı bırakın hâl hâtır dahi sormaz olduk. Oysa kendin aç olsan bile elindekini paylaşman dünyadaki en lezzetli şeydir. Ama biz bunu bilemedik.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Sevmeye kalktık bir çoğumuz. Masumca duygularla ulaşmak istedik karşımızdaki insanlara. Yanında olduğumuzu, yalnız olmadığını bilmesini istedik karşımızdaki insanın. Görüşemesek bile defalarca aramamızla, mesajlarımızla her anında varolduğumuzu bildirmek istedik. Yanımıza koşarak geldiği günlere teşekkür adına, topuklarından öptük Yüreğimizi titreten insanın! Ve kıçına tekmeyi vuran kişi kazandı, biz kaybettik. Art niyetin kol gezdiği, insan müsveddesi gibi yaşayıp birbirini harcayanların, vermek için öncelikle isteyenlerin, kısacası “benim bu durumdan kârım ne olacak” diye düşünenlerin arasında “insanca” yaşayabilmek çok zor oldu. Beş vakit namaz kılarak ahireti kazanacağını düşünen insanlar “hayatımızda en büyük yaralar açan insanlar” oldu. Kalp kırmaktan, üzerimize tehditler yağdırıp, kırıp dökmeyle bir şeyleri yoluna koyacağını düşünen insanlar yüzünden bu hale geldik. Özür dileyerek söylüyorum ama bazı insanlar bekçi köpeği gibi oldu. Mevzisine girdiğimiz zaman havlayıp ısırmaya çalışan, fakat önüne kemik atıp başını okşadığımızda kuyruğunu sallayan bir köpek gibi… Bu kadarına gerek yoktu aslında. Böyle yaşayıp insanların hislerini kaybetmesine sebep olmanıza gerek yoktu.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Gelişi güzel konuştunuz mesela, yargıladınız! Fikirler verdiğimizde “sen ne anlarsın, daha yaşın kaç?” Dediniz. İşimizde yorulduğumuzu söylediğimizde “sanki ne iş yapıyorsun, oturduğun yerden para kazanıyorsun” dediniz. Kendimize bakım yaptık, hoş kokular süründük “erkek adamın kendi kokusu yeter” dediniz. Kavrulmuş soğan gibi koktuğunuzu söylediğimde yüzüme nefretle baktınız. Pahalı araçlara binip ticaretini yaptık “zaten modeli düşük bunun, kazalıdır hem” dediniz çekemediniz. Bir yakınımızla yaşadığımız durum gözlerimizin önüne geldi ve bir daha o durumu yaşayamayacağımızı öğrenip bir “offf”çektiğimizde “gencecik adamsın, neyin olabilir ki off çekiyorsun” dediniz. “Kuzenimi trafik kazasında kaybettik” dediğimde yaptığınız yargıdan pişman olup baş sağlığı dilemeye kalktınız. Daha sayamadığım bir çok sebep yüzünden, yarına çıkma hevesimizi dahi bizden götürdünüz! Çoğumuzun anlık gülüşleri, anlık mutlulukları var. Çünkü mutluluğu bu kadar pahalı ve zor yapan insanlarımız var çevremizde. Sahip olduklarını bilmeyen, aç köpekler gibi etrafa saldıran, önce kendine sonra da etrafındakilere karşı saygısı olmayan, insanlardan bir şeyleri ç/almayı kendi üzerine hak gören mahlukatlarla dolmuş dünya dediğimiz. Çok zor biliyorum ama art niyetleriniz ile beraber defolup gidin güzel hayatımızdan. Çünkü biz “siz yokken” çok mutluyduk…

Emre Tamirciler

Emre Tamirciler’in kaleminden; ”Bazen”

Özler bazen insan…

Çocukluğunu, dertsiz kedersiz zamanlarını, özgürlüğünü ve zamanında sahip olupta  kıymetini bilemediği bir çok şeyi…

Hâyâllerde yaşar bazen insan! Toz pembe görünür hayat onlara. Ve bazı gerçekler yaşanınca o toz pembe bulutlar yerini kara yağmur bulutlarına bırakır. İçinde özlem duygularını yaşadıkça sicim yağmurları gibi yağar, o koca bulutlardan yüreğinin en derinine.

Güzel bir kadına soruyorum; Hayatında en çok özlem duyduğun şey nedir?”
Önce bir yutkunuyor, uzaklara dalıyor, çantasından bir sigara çıkarıp o kuruyan dudaklarının arasına yerleştirip yakıyor. Bir duman aldıktan sonra  “annem, eğer annem yaşasaydı çatlayan topuklarından öperdim onu” diyor ve ardından kuracak tek bir cümle dahi bulamıyorum.

Anne… ayrılık insana elbet ağır gelir ama anne ile ayrılığın acısının tarifi yokmuş. Bir annenin evladına gösterdiği merhamet kimsede yokmuş. Ben kendimi babama olan düşkünlüğümden bilirdim. “Baba” dendiği zaman ondan daha merhametli, şefkatli bir varlığın olmadığını düşünürdüm. Ama askerde o gecenin en soğuk 03:00-05:00 nöbetlerinde sadece anneme şiirler yazdım biliyor musunuz? Nefesinle buğulanan nöbet kulesinin penceresine baş örtülü bir kadın çizdim her gece, defalarca alnından öptüm onu ; kayboluyorsun anne… Boğazım düğümlendi konuşamadım ben o gecelerde. Gözlerim buğulu görmeye başladı karşımda duran kocaman şehrin ışıklarını. İyi ki hayattasın anne…


 

Bu arada hayatımda ilk kez mutluluktan ağladım biliyor musunuz? O da askerden geldiğim ve anneme sarıldığım ilk an’dı.

Başka bir güzel kadına soruyorum. Aslında tüm kadınlar güzeldir ama içinde “anne” duygusunu, merhametini, Allah’a olan inancını da ortaya koyunca eşi benzeri olmayan bir güzellik çıkıyor.

Nedir diyorum en mutlu olduğun, duygularını tarif edemediğin zaman; evladımı dünyaya getirdikten sonra onu kucağıma alıp gözgöze geldiğim an” diyor.

Düşünsenize aylarca içinizde büyütüyorsunuz, bazı gecelerde sancılarınız sizi uyutmuyur, gecenin en olmadık saatinde bir tekme atıyor ve hem uykunuzdan ediyor hemde bir daha uyumanıza müsaade etmiyor ve aylar sonra avuçlarınıza alıyorsunuz içinizde büyüttüğünüz evladınızı.  Gözleriniz buluşuyor, kokusunu duyuyorsunuz ve tüm çektiğiniz acılar ile birlikte doğum sancılarınızı da unutuyorsunuz. El bebek gül bebek yetiştiriyorsunuz evladınızı. Emzirip merhametinizle doyuruyorsunuz, gazını çıkartıyorsunuz, altını temizliyorsunuz, yıkayıp paklayıp o mis kokusunla yatağına yatırıp uyutuyorsunuz. Odasına girdiğinizde   o hep merak ettiğimiz ama çok zor sahip olduğumuz huzurun kokusunu duyuyoruz. O zaman diyoruz ki iyi ki, iyi ki doğmuşsun evladım.

Çok çabuk geçiyor o bebeklik dönemi. Emeklemeleri başlıyor. Başta zorlanıyor emekledikçe de hızlanıyorlar. Oyunlar oynuyorsun, o hızlı hızlı emekleyip senden onu yakalamasını isterken, arkasını dönüp bir gülüş atıyor, yaşadığın o âna şükürler ediyorsun. Sen ev işleri ile ilgilenirken çocuğun salonda oyuncakları ile baş başa bırakıyorsun. O ise yerinden doğrulup mutfağın kapısına gelip “cee eeee” yapmak isterken düşüp başını vuruyor. Tüm işinizi gücünüzü bırakıp yanına koşuyorsunuz. Evladınızı yerde haykırışlarla ağlayarak görünce aklınızı anlıkta olsa kaybediyorsunuz.

Akşam oluyor ve eşiniz işten yorgun geldiğinde günün yorgunluğu ile birlikte işin verdiği stres ile size sesini yükseltiyor. Sabır diliyorsunuz Allahtan…


 

Bir sonraki akşam işten geldiğinde ellerinde çiçeklerle sizden özür diliyor ve affediyorsunuz…
“Ne gerek vardı bey, seni affedişim tebessümünde saklı” diyorsunuz. Yemek sonrası akşam kahvesini yudumluyorsunuz birlikte. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru kafa dinlemek adına bir film açıp TV karşısına uzanıyorsunuz ve evladınızın ağlamasını duyunca doğrulup yanına gidiyorsunuz. Yükselen ateşini düşürmeye çalışıyorsunuz, sonra bir bakıyorsunuz ki sabah olmuş.

Okul dönemi başlıyor, alfabeyi harf harf öğreniyorsunuz yine onunla birlikte. Bazen zorluyor, bazen çalışkanlığı tutuyor çabucak yapıyor, çoğu zaman yoruluyor.

Kendimden bilirim; ablam bana ders yaptırdığı sırada benim de uykum gelirdi. Babam beni uzaktan izler ve anneme; hanım hadi gezmeye gidelim” dediğinde uykulu gözlerim açılır, enerjim yerine gelirdi. Her minik öğrencinin yaşadığı yaşadığı durumlar bunlar 🙂

Ve büyü(tü)yorsunuz…

Ortaokulu, liseye geçiş sınavı, ergenlik dönemi, anne-babaya baş kaldırmalar, arkadaş çevresine uymalar, dışarıya merak sarmalar, sosyal medya düşkünlükleri, kabını beğenmemeler, derslerinin zayıf olması ve tüm bunların yanında o televizyondan gördükleri saçma sapan aşk hayatlarına özenmeler. Aşkın yaşı yoktur eyvallah ama eğer o aşk sürdürülebilir bir aşk değilse eğer, onun travmaları insanda derin izler bırakıyor.

Bir anne olarak evladınızın hâl ve hareketlerinde değişiklik görüyorsunuz. Hissediyorsunuz… O her zaman size neşeyle bakan, Gülen gözleriyle sizi selamlayan bir hâli yok. Merak edip soruyorsunuz…
Uzun uzun susuşlar iniyor o vakit kalbin derinliklerinden, dile getiremediği tüm kelimelerine… Birer birer dökülüyor, içinde kopan fırtınalar ile birlikte.


 

“Sen hiçbir şeye değmeyen beyinsizin tekisin” dedi anne. Yaptıkları yetmemiş gibi bir de böyle şeyler söylüyor, nasıl onunla zaman geçirmişim anlayamadım. Kendimden nefret ediyorum…” diyerek omzunuza yaşlandığında evladınız, o vakit hayatına aldığı ve onu şuan darmadağın eden insan müsveddesini paramparça etmek istiyorsunuz ama yapamıyorsunuz..

İnsanoğlu işte. Kedi misali ulaşamadığı ciğere mundar diyor. Eğer istediğinde zaten ulaşabilseydi böylesine kötü davranmazdı.

Aşağılık insanlar karşısındaki insanları da öyle görürlermiş bunu da unutmayın!
Bir zamanlar bunun travmalarını evladınıza atlatmakla uğraşıyorsunuz. Büyüyüp Kocaman bir kız oluyor. Üniversite sınavlarına giriyor ve diyor ki “anne ben üniversiteyi kazandım. Sevinçten gözleriniz doluyor, evladınıza gururla bakıyorsunuz. Mutluluğunuz gözlerinizden belli olsa da yüzünüze acı bir ayrılığın öyküsü yerleşiyor ve evladınızın bundan BÖyle başka bir şehirde olacağını bilmek içinizi acıtıyor. Endişeleriniz, hüznünüz, mutluluğunuz hepsi karmaşık bir hâl alıyor ve evladınızdan ayrılıyorsunuz. Gün içerisinde yaptığınız on dakikalık telefon görüşmeleri yerini saatlere bırakıyor. En az iki saat telefon görüşmeleri yapıyorsunuz. Ve soruyorsunuz beklemediği bir anda evladınıza; kendini en huzurlu hissettiğin an ne zaman kızım? Diye. O da “Allah’a olan ibadetimle o’na kavuştuğum an “anne” diyor. Ve bir kez daha şükürler ediyorsunuz…

Emre Tamirciler

Emre Tamirciler’in kaleminden; ”Unutuyoruz”

Ve insan en büyük ihaneti, onu en çok sevene yaparmış. Yalnızlığımıza kimseler karışınca anlıyoruz!
Öyle bir an gelir ki, çocukluğumuza dair yaşanılan özlemler insanın içinde büyür kocaman bir dağ olur. Umutla baktığımız yarınlar, o bize güç veren yarınlar bugün bizden kopup gittiğinde pamuk ipliğine bağlı dostluklar karşısında bir sigara yerleştiririz kuruyan dudaklarımızın arasına. Uzaklara dalarız, içimiz acır. O vakit, işte o vakit hiçbir cümle kuramayız. Boğazımıza bir yumru çoktan oturmuştur bir kere.




Yarı uyanık zamanlar geçirdik bir çoğumuz. Bazen bir hastane odasının o samimiyetsiz duvarlarını izleyerek dualar ederken bulduk kendimizi. Bazen de pamuk ipliğine bağlı yaşamların koparılıp gitmemesi için dualar ederken. Sanki tüm mutluluğumuz oymuş gibi, başka hiçbir şey bize huzur vermeyecekmiş gibi, sanki ilk kaybettiğimiz oymuş gibi zamanlar yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Kabul edelim; birçoğumuz elimizdeki değerleri kaybetmeden kıymetini bilmiyoruz. Anne, baba, eş, dost, sağlık vs. Sahip olduklarımızın değerini anlamadan geçiyor hayat dediğimiz. Onca kaybolmuşluğumuzun arasında kendimizi bulduğumuzu zannedip en büyük ihaneti, en büyük saygısızlığı o zaman kendimize yapıyoruz. Oysa hayat dediğimiz şey geçmiş pişmanlıklarla yaşanacak kadar uzun değil!




Zamanı geldiğinde öyle güzel mutluluklar yaşıyoruz ki, başkalarının durumlarını görmüyor, sadece dünyada kendimiz yaşıyorcasına hareket ediyor, bencil insanlar haline geliyoruz. Keyifle uyuyor, mutluluk-neşeyle uyanıyoruz. “Varsın olsun, nasılsa bugün benim günüm!” diyerek en yakınımızdakileri dahi görmüyoruz. Çünkü odaklandığımız tek şey yaşadığımız duygu yoğunluğudur, başka bir şey değil!
Saygımızı yitiriyoruz tüm çevremizdeki insanlara; Annemize, babamıza, kardeşimize, arkadaşlarımıza… İşimize giderken ağacın tepesinde günü cıvıltısıyla selamlayan kuşa, beklediğimiz otobüs durağında ayağımıza dolanıp bizden şefkat bekleyen kediye vs. Saydığım çoğu şeye saygımızı yitirdiğimiz gibi, unutkanlığımız da başlıyor, o içimizdeki duygu yoğunluğuna kapılmışken. Doğum gibi neşeli haberleri yaşarken, ölüm gibi gerçekleri de unutuyoruz. Ve bizi yaratan, tüm kâinatın ve kudret sahibi olan ALLAH’ı unutuyoruz. Söyler misiniz o halde, insana verilen en büyük nimet “unutmak iken, aynı zamanda “ihanet” değil midir?
Böyle böyle kaybediyoruz işte yarınlarımızı. Mutlu olduğumuz zamanlar başarabildiğimiz kadar sadece “anı” yaşıyoruz. Bu zamana kadar yaşadıklarımızı yukarıdan bakmaya çalışıp tablo olarak gördüğümüzde genel durum; dünler ile yaşayıp, yarınlara olan inancımızı yitirip, bu günleri yaşamadığımız gerçeğidir.




Konuyu dağıtmadan asıl belirtmek istediğime dönmek istiyorum; UNUTUYORUZ arkadaşlar! Sonra başımıza bazı olaylar geliyor, yaptıklarımızı tek tek hatırlamaya başlıyoruz. Dertleniyoruz, kederleniyoruz, hüzünleniyoruz. Yaşadığımız bu durum kötü kararlar almamıza sebepler doğuruyor. Kötü alışkanlıklara yönelmeye ramak kala durup kendimizi, hayatımızı sorguluyoruz.” Ailem bunu hak edecek insanlar mı? “ sorusunu kendimize sorduğumuzda duraksıyoruz. Sonra bir derde, sıkıntıya düşen insanların ne yaptığını araştırıyoruz. Dua ediyorlar… Kısaca bir yaratıcının olduğunu, tüm güç ve kudretin ona ait olduğunu hatırlıyorlar.




Bu kez uzun zamandır yapmadığımız şeyi yapıyoruz. Abdestimizi alıp, namazımızı kılıyoruz. Alnımız secdeye değiyor, iç huzuru yaşamaya başlıyoruz. Secdede ettiğimiz dualar ârşa ulaşıyor ve bu kez rahmet olarak yağıyor, gökyüzünden yeryüzüne… Huzur buluyoruz. Durumumuz aynı şu şekilde; nasıl ki bir halının tozunu almak için defalarca vurup silkeler tozunu alırsak, Allah’ta bizleri halı misali silkeleyip onu hatırlamamızı ve hatırladıkça günahlarımızdan arınmamızı hatırlatıyor. Bu yüzden derdimiz olduğunda ALLAH tarafından cezalandırılıyor diye düşünmeyelim, belki de bizi günahlarımızdan arınmamız için uyarıyordur… RABBİM bizleri unutup ihanet eden kullarından eylemesin. İbadetlerimiz kabul, Ramazan ayımız kurtuluşumuza vesile olsun. Hayırlı Ramazanlar…

Emre Tamirciler

Page 1 of 6

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén