Kategori: Köşe Yazıları Page 3 of 6

Yüksel Itak’ın Kaleminden Tarihe not düşülmüş miraslar ”Darkale”

Yakın bir zaman önce bir ziyaret için gittiğim Soma/Darkale’ de inanılmaz ve bir O kadarda tarihin iç içe örtüştüğü, cazibesi ve ilgi çekiciliği ile tarihin iz bıraktığı güzellikleri görünce kaleme almam kaçınılmaz oldu…

Dağın yamacında bulunan, Çarşının girişinden itibaren buram, buram tarih kokan Darkale Sokakları sanki geçmişini anlatırcasına yıllanmış Çınarların hışıltısı ile adeta içimize huzur veriyordu…

Darkale sokaklarında dağa doğru tırmanırken, yıkılmadım ayaktayım dercesine yıllara inat meydan okuyarak dimdik duruşlarıyla, zaman zaman gördüklerimiz karşısında hayretle baka kaldığımız Ahşap evler, Mekanlar, Tarihe not düşülmüş miraslar olarak sanki her biri bizlere yaşanmışlıklarını anlatır gibiydiler…

Bakın İbrahim Fidanoğlu’nun 18 Mart 2012 ‘de kaleme aldığı yazısında Darkale’nin geçmişini bizlere nasıl yansıtmış.




Darkale köyü, Soma’nın tarihte ilk yerleşimlerinin civarda kurulduğunu gösteren kalıntılarıyla öne çıkmış, zamanında 800 civarı hane sayısı ve üç camisi ile sırtını yasladığı sarp Tuzlutepe’nin eteklerinde, tarihin derinliklerinden günümüze uzanıp gelen yalnızlık ve hüznün sokaklarında dolaştığı; içinde sakladığı tarihi, eski dokusu ve yitmiş insan hikâyeleri ile eşsiz bir zenginlik taşıyan yorgun bir köydür. Köy, Soma ovasına hâkim Tuzlu,Temni ve Asarlı Tepe’nin Dibekderesi ile Çokluca çayı arasında kalan yamacı üzerine kurulmuştur. Osmanlı döneminde Minderviş, Kırkoluk ve Ulu Kapı diye anılan kapılardan girilen Darkale, o zamanlar bir kaza merkeziymiş. Zamanın, doğanın ve insanın bütün tahribatına rağmen Osmanlı döneminin sivil mimari özelliklerini yansıtması açısından halen son derece önemli bir yerleşimdir. Köye, Soma’nın eski çarşısından, yine tarihi bir cami olan Emir Hacı Hıdır Bey Camisi’ni takiben yukarı doğru tırmanarak yada Soma Jandarma Komutanlığı’nın önünden tepeye doğru çıkan kaldırım taşlı yolu takip ederek ulaşmak mümkündür. Köy Soma’dan yaklaşık 2 km. uzaklıkta bulunuyor.

Darkale’ye girişte solda, derenin hemen kıyısında eski bir hamam kalıntısı yer alıyor. Ancak oldukça harap olmuş durumda bulunuyor. Bir ara eski muhtar zamanında köydeki etnoğrafik malzeme ile müze haline getirilmeye çalışılmışsa da şimdi yıkılmak üzere… 2003 yılından beri bugüne kadar da fazla bir şey değişmemiş görünüyor diyebiliriz. Vadi boyunca yukarı doğru hafif bir rampadan ilerlerken sağda bir alabalık üretme tesisi var. Son yıllarda buna ilave olarak oldukça gösterişli bir alabalık restoranı daha açılmış. Her iki tesis de vadinin sağdaki yamacına yaslanmış bir konumda bulunuyor. Darkale köyü ise hemen solumuzda dik bir yamaç üzerine kurulmuş. Köyle ilk karşılaştığınızda vadinin soldaki yamacına sanki asılı duran onlarca ahşap ve kerpiç evi gördüğümüzde bir anlamda çarpılıyoruz; çünkü köy birden ve başımızı yukarı kaldırdığımızda karşımıza çıkıyor. Ayrıca da uzaktan bakıldığında, taşrada sanki ortaçağdan günümüze savrulup gelmiş özgün bir Anadolu yerleşiminin eşsiz ipuçlarını buluyoruz.




Köyün aşağıda kalan meydanında ise Kırkoluk Camisi yer alıyor. Caminin altından üç gözeden kaynayan su, caminin kütüklerden oluşan ve ana iskeletini oluşturan hatılların altında kırk oluk diye tabir edilen, mermerden bir panoya oturtulmuş çeşmelerden kanallara ve bir şadırvan benzeri havuza dökülüyor.

Kırkoluk Camisi, Selçuklu mimari özelliklerine sahip belki de beylikler döneminden kalma oldukça eski bir cami. Yapım tarihi olarak Hicri 1159 tarihi veriliyor. Cami Hicri 1239 yılında onarımdan geçmiş. Caminin içi oldukça sade… Mihrap ve çevresindeki renkli işlemeler orijinal… Dış giriş cephesinde yine muhtelif işlemeler ve Allah yazısı mevcut. 2003 yılında Kırkoluk Camisi bazı özel günlerde, bayram ve törenlerde ibadete açılıyormuş. Normal zamanda yamaçtaki köy içinde yer alan ve köy odasının hemen yanında yer alan camide ibadet yapılıyormuş…

Kısacası bu ve buna benzer nice güzellikleri içinde barındıran güzel ülkemizin tarihi mekanlarını gelecek nesillere nasıl not düşerek miras bıraktılarsa, bizlerinde bu yerlerin yaşaması için ve geleceğe miras bırakabilmemiz  için imzamızı atıp Tarihimize not düşmeliyiz. Kalın sağlıcakla..

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Minik Sare’nin umudu sen olmak ister misin ?

Minik Sare binlerce SMA hastasından sadece birisi, O’da diğerleri gibi bir yardım elinin kendisine uzanmasını bekliyor. Tedavi için gerekli oaranın miktarı yüksek, zaman ise kısıtlı ve her geçen saniye minik Sare’nin aleyhine işliyor. Sare Aras, henüz daha 13 aylık olmasına rağmen minicik bedeni ile büyük bir yaşam mücadelesi veriyor. Sare bebeğe henüz daha 4 aylıkken SMA Tip1 tanısı konuldu.




SMA bir çeşit kas hastalığı, bu hastalık zaman içerisinde kişinin hareket kabiliyetini tamamen minimuma indiriyor. Sare’nin iyileşebilmesi için bir şans var. Amerika’da mevcut olan bir ilaç ve tedavi yöntemi ile sağlığına kavuşabilir. Bu tedavi için de yüksek bir maliyet tablosu ailenin önüne çıkartılıyor, ve  bu tedavi’nin 2 yaşından önce yapılması gerekiyor.




Sare Aras için ‘Sareye Umut Ol’ isimli yardım kampanyası başlatıldı. Bunun yanında ”Sarenin Umut Mağazası” isimli sayfa’da satılan bütün ürünlerin gelirleri minik Sare’nin tedavisi için kullanılacak. Sizlerde aşağıda bulunan Sare’nin sosyal medya hesabına girerek yardım edebilir, minik yavrumuzun sağlığına kavuşmasına vesile olabilirsiniz.

Sareye Umut Ol

Sarenin Umut Mağazası

 

Çilem Duman’ın kaleminden ”kadını incitme ruhu kalbi hassastır kadının”

Merhabalar değerli Ds Kültür Sanat okurları..

Bu yazımda bir kadın olarak önemli bir konuya değineceğim. Sanatçı ruhum hassasiyetini göstermeli diye düşünüyorum. Son zamanlarda ana haberlerde izlediğim bitmek bilmeyen kadına şiddet haberleri bu mısraları yazmama en büyük sebep diyebilirim.

Dünyaya insan evladının varoluşunun temeli kadın doğaya bile ismini vermiştir. Toprak Ana dediğimiz doğa dahi dişil ruhu enerjiyi içinde barındırır. Kadın değerli özel varlığıyla hayatımızda anne eş dost arkadaş olarak varken neden şiddete maruz kalıyor?


Ülkemizde kadının ve varoluşun değerini yoksa farkedemiyor muyuz? Ya da bilmek mi istemiyoruz… Şiddete susmak her kim olursa olsun doğru değilken şiddet gören kadınlarımızın gencecik hayatları ellerden kayıp giderken biz susmamalıyız. Devletimiz elbetteki gereken tüm yaptırımları önlemleri almak için gereken düzenlemeleri yaparken bizler de birey olarak gerekli tepkilerimizi vermeliyiz.

Kadının ve insanın önemini anlatmalıyız.Bu kadar kolay ve basit algılamamalı kadına şiddet uygulayan erkek eş ya da aile bireyleri tek tek eğitilmeli ve öğretilmeli kadına şiddet insanlık dışıdır mesajını öğretmeli diye düşünüyorum. Ben bir kadın ve insan olarak kadın ana, eş, candır, insandır diyenlerdenim.


Kadına dokunma kıymetli kadını incitme ruhu kalbi hassastır kadının. Ve yazıma burda noktalarken bir Sanatçı hassasiyeti ile “Kadına Şiddete Hayır” diyorum burdan bir kez de bir kadın olarak sesimi ben duyurmuş oluyorum. Bir sonraki köşe yazımda görüşmek dileğiyle sevgiyle dolu şiddetsiz huzurlu günler diliyorum.

Çilem Duman
cilemduman@dskultursanat.net

Gazeteci Yüksel Itak’ın kaleminden ”Bazen hayat nedir diyoruz ya”

İşte  örnekte ki şiir de  de verilmiş olduğu gibi, kendini tanımak, olduğu gibi sevip, başkalarıyla sevgi çemberi etrafında bütünleşebilmektir! Şiirdir, Türküdür, Resimdir .
Acı çekmek, ağlamak, umutlanmak, gülmek ve en önemlisi RENKTİR  hayat!
Hangi rengi seviyorsun? Sorusuna hep bir ağızdan umudun renkleri  olan mavi ve yeşili söyleriz. Zira hepimiz ,hayatın getirdiklerinden çok, götürdüklerinin daha fazla olduğunun farkındayız .
YAŞAMAK ÖYLE BASİT OLMAMALI.
İnadına yılmamak yok mu !?
İşte en çok sevdiğim yanıdır insanın;
İnsan ; karşısına çıkan her işe, gönüllü atıldığı sürece başarır ve bütün zorluğuna da seve seve katlanır.
Yok ! miskin miskin, kaalasız ve kayıtsız kalarak hayat sürmek peşindeyse yaşamıyor! Yaşasa da, (çok özür diliyorum )
İşte o dilsiz hayvanlardan farksız bir şekilde, sadece gelip geçer bu hayattan o kadar.
İnsan ;
Düşecek  düşecek , doğrulacak ki olgunlaşsın .
İsyanla değil ,şükürle yaşamalı,
Doğrusu kederi de sevebilmeli insan. Çünkü; ağlamakta çok güzel bir duygudur,
VİCDANIMIZIN VAR OLDUĞUNU GÖSTERİR.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Vicdanlı insanlar da her daim yapıcı insanlardır. Elele ,gönül gönüle sevgi dolu yaşamayı bilen insanlar …
Çıkıp meydana ben !
Ben ! ben ! diye yaşarsan hem yalnız hem de eksik kalırsın .Evet ! herkes kendine göre bir ferttir ,lakin bizi biz yapan , o her bir ferdin ,renk renk olup bir gök kuşağı gibi sıralanıp halkalanmasıdır .Kendimizi sevmeliyiz hem de çok .Bu demektir ki kendini seven başkalarını da sevebilir .
Bizi illa  başkalarından ayıracak bir tarafımız olmalıysa o sevgi dolu yüreğimiz olmalı .
Ve hayata sarılma mücadelesinden kaçmamak gibi ,üzerimize düşenle değil ,insanlığın gerektirdiklerinin farkında olupta sarılmalı hayata.
Ben;  beni tanımışsam ,herkesin de kendine göre bir BEN duygusu vardır derim mutlaka .Bu benlik  duygusu ego ile esir etmemeli kendi kendine insanı  .Durup durup sorgulamalı ,yargılamalı insan kendini ki…önce kendini ne kadar tanıyor onu öğrenmeli .
Kalabalıklar içinde fark edilecek  kadar asil ,ince ruhlu ve son derece mütevazi ,gittiğinde dönmesi için dua edip beklenilen ,  yardım sever ,hayat dolu ,araştırmacı ,paylaşımcı ,insanlık için yaşamaya gönüllü olanlar yani  ,  işte bu türlü pozitif enerji ile yaşayan  insanlar,  hayatı gerçekliği ,gerekliliği ile  yaşamış İNSAN; lardır .
Önce kendimizi tanıyalım, doğru tanıtalım, sevelim ve insanları da olduğu gibi kabul edip sevelim. Yaşamak birlikte güzel.
Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Muhteşem Sinan”

Efendim !.. şöyle bir geçmiş tarihin tozlu sayfalarında gezerken bu günümüzle kıyaslanamayacak kadar akıl mantık almayan düşünceleri okuyunca birazda hayıflanarak; yaa bizler ne yapıyoruz ki, hemde teknoloji çağında olmamıza rağmen demekten kendimi alamadım… Söz konusu Mimar sinan !.. O büyük deha.. Ömrünün 99 yılına sığdırdığı 81 camii, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarethane, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 hamam olmak üzere 375 eser inşa etmiş. Üstelik Edirne de yaptığı Selimiye Camisi Dünya Kültür Mirası listesinde… Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Cami’nin 1990’li yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat muhendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı tv’de şöyle anlatmıştı. Cami bahcesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı.




Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık, sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalip çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş sokup yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı soktuk. Sökmeye kemerin kilit taşindan başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşin birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu. “Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.”




Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolunun neresinden getirttiklerini söylerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu. Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur… Bu düşüncesine ancak şapka çıkartılır…sözün bittiği yerde, yine Muhteşem Sinan’ın sözleriyle yazımıza nokta koyalım…Yaptığın işi gönlünde hissedersen, ırmaklar çağlar içinde. Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Dünümüz ve bugünümüzde kültürün önemi”

Her yaşın, her yaşayanın geçmişe dönük mutlaka hafızalarında iz bıraktığı iyi, kötü anıları vardır… ama ne hikmetse hep geçmişimizin daha güzel, daha yaşanılır olduğunu söyler. Küçük Aile toplantılarımızda keyifle yâd ederiz.

Klasik olarak ta “Nerde O eski günler” diyerek tatlı bir iç geçiririz. Peki biz büyükler olarak gelecek neslimize bunları ne kadar anlatabiliyor, ne kadar katkıda bulunabiliyoruz…
Herhalde herkes günümüze odaklanmış, kendi meşgalesinden ve dünya işlerinden kafa kaldırıp, kafa yorup çocuklarımıza eski güzellikleri, eski tatları, Saygı ve sevgi dolu geçmişimizi yâd etme eksikliğini yaşar olmuşuz…

O zaman gelin dilimizin döndüğünce biraz eskilerden hatırladıklarımızı sizlerle paylaşıp,
bir nebze olsun çocuklarımıza anımsatma amacıyla kısa bir nostalji yapalım…




İnsanın eski günler veya bayramlar diye aradığı, aslında o günlerdeki gönül temizliğidir. Yoksa gün aynı gün, bayram aynı bayram?Ama biz aynı insan değiliz. Çocukluğumuzdaki gibi masum ve günahsız değiliz. Hayattan beklentilerimiz ve hesaplarımız büyük değildi. Büyüdük, hırslarımız büyüdü. Fakat ruhlarımız aynı oranda büyümeyip güdük kaldı. Beslemedik ki büyüsün. Hal böyle olunca da günü, bayramı veya ramazanı suçluyoruz.Ruhumuza atılan madde çengelinden kurtulduğumuz an, çocuklaşır yine saflaşırız. Tövbelerimizle belki günahsızlaşırız. Ara ara çocukluğumuza inelim derim. İçimizdeki çocuğu büyütelim, basit şeylerden mutlu olmak neymiş, tekrar hatırlayalım.Yani eskiyi getirmek mümkün olmasa da, bizim eskiye gitmemiz mümkün. Dışarıda oyunlar oynar, acıkınca eve gelirdik. Ne döner ekmek isterdik, ne köfte ekmek. Annemizin, ekmek arasına koyduğu peynirin yanına bir domates bulduk mu, değmeyin keyfimize. İspirtoyla çalışan gaz ocakları vardı. Çalışınca ses çıkarırdı.Eğer gaz ocağı çalışıyorsa, anlardık eve misafir gelmiş yahut babamız çay demliyor. Hemen gelip kurulurduk başköşeye. Misafire ikram bahanesiyle, döner dolaşır, ne yapıp eder, muhabbet sofrasına ortak olurduk.Bir saygı, sevgi ve hürmet vardı, büyüklere karşı. Küçüklerde o biçimdi bir sevgi. Dışarıda kavga etsek, dövsek de, dövülsek de evde beşkardeş hazır. Öyle şimdiki gibi “benim çocuğa, senin çocuk karışmış” diye, ev basan kazmalar yoktu. Çok ayıp karşılanırdı,

PEKİ GÜNÜMÜZE DÖNECEK OLURSAK

Günümüzde değişim o kadar hızlı gerçekleşmektedir ki, babalarımızın önceden nerde o eski günler tabirini artık bizler genç yaşlarımızda söylüyoruz. Artık birkaç yıl önceki bir moda ve trendin hızla değiştiğini ve hayatımızda yer ettiğini görebiliyoruz. Bunda da en önemli sebep iletişim ve haberleşme alanlarında meydana gelen gelişmelerdir. İletişim ve haberleşme alanlarında meydana gelen bu değişimlerin en büyük nedeni de internettir. İnternetin insan hayatına büyük etkileri olmuştur.




Toplumda meydana gelen değişime rağmen, internet kullanan ve internet üzerinden maddi manevi kültürel değerlerine çıkan büyük bir kitle de mevcuttur. Gelenek ve göreneklerin, kültürel değerlerin unutulmaması ve yaşatılması için bu gibi faaliyetlerin yapılması teşvik edilmelidir. Bir milleti bir araya getiren ve ortak paydada buluşturan en önemli unsur kültürdür. Kültürel yozlaşmanın önüne geçilmeli fakat dünyadaki gelişmelerin de gerisinde kalınmamalıdır. Bunun en güzel örneklerini Japonya’da görebilmekteyiz. Teknolojiyi hayatlarının her alanında kullanırlar fakat kültürel ve milli değerlerini de unutmazlar. Ülkemizin de geçmişimizin ve geleceğimizin ışığında kültürel yozlaşmaya uğramadan önlemler alması şarttır.

Yazımıza bir Atatürk’ ün deyimiyle son verelim.
“Bu millete gideceği yolu gösterirken Dünya’nın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim, lâkin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz…”
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Samet Tosun’un kaleminden ”internet in, televizyon out”

Bunun farkında olan televizyon kanalları bu pazardaki payını alabilmek için dijital dünyadaki yerini almaya başladı!

Son zamanlarda herşeyin olduğu gibi televizyonunda pek bir öneminin kalmadığını söyleyebilirim. Televizyon kanalları alıntı ve kopya projeleri izleyicinin önüne sürerek bu konuda bir beklenti içerisine girmesi ayrıca reklam sürelerinin beklenenden daha uzun sürmesi vb. nedenlerden dolayı geleneksel medya olarak adlandırılan televizyon için hazin son mutlak başarısızlık.Televizyonda çıkan reklamlardan sıkılanlar için büyük bir alternatif haline gelen dijital platformlar hızla yayılmaya devam ediyor. Bunun en güzel örneği ise tüm tüm dünya’da yayın yapan ve dünya pazarını elinde bulunduran Netflix oldu.

Yayınladığı yerli, yabancı diziler ve filmlerle olay olan platform, Türkiye pazarınada girerek Türk dizileri hazırlamaya başlayarak kısa bir süre içerisinde bu pazarda önemli bir payında sahibi oldu.Türkiye pazarından payını isteyen bir diğer dijital platform ise Blu tv oldu. Hiç azımsanmayacak kadar takipçisi olan ve hazırladığı proje dizileri ile iddasını sürdürüyor. Haa birde Puhu tv var, onu atlamak olmaz, özellikle yayınladığı Fi ve Çi isimli kitaplardan uyarlanan dizi ile çok büyük bir çıkış yakaladı. Hatta bu dizi daha sonrasında Show tv’de yayınlanmıştı. Netflix ve Blu tv’nin hazırladığı projelerin daha kaliteli olması izleyiciyi yeni dünya’ya çekmeye devam ediyor. Bunun farkında olan televizyon kanalları bu pazardaki payını alabilmek için dijital dünyadaki yerini almaya başladı bile, bunun en bilindik örneğini geçtiğimiz aylarda Fox tv gerçekleştirdi.

Yeni projelerini Foxplay üzerinden izleyici ile buluşturan kanal, bu pazarda bende varım dedi. İlerleyen zamanlarda ben inanıyorum ki tüm kanallar böyle bir adım atacaklar. Şöyle bir geçmişe baktığımızda Türkiye’nin 1970’lerde başlayan televizyon yolculuğu sanırım yavaş yavaş yerini yeni nesil medya olarak kabul edilen dijital platformlara bırakıyor. Sosyal medya yasaklarının ise yeni nesil medyayı nasıl etkileceğini önümüzdeki zaman dilimi içerisinde izleyerek göreceğiz.

Samet Tosun
samettosun@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”15 Temmuz Anısına”

15 Temmuz 2016. Gece saat 22.00 civarlarında ailece şöyle bir parka çıkalım dedik. Bir pastanede yorgunluğumuzu birer çay içerek atalım derken, Gözüm televizyondaki beti benzi solmuş TRT spikerine takılmıştı. Bir tuhaflık seziyordum ama biraz uzak olmama rağmen bir şeylerin ters gittiği belliydi. Sonra televizyon önünde ilgimizi arttıran kalabalık yoğunlaşınca iyice habere odaklandık ve sonra giderek olayın vahameti ortaya çıkmıştı. Bu bir darbe girişimiydi… Ve zaman geçmeye başlayınca o korkunç ve ürküten görüntüler gelmeye başlamıştı. Tenha olan sokaklar kalabalıklaşmış, sokaklar tekbir sesleriyle inliyor, camilerden sâlâ sesleri yükseliyordu…

Ve öyle bir milletiz ki yeri geldi mi şahlanmasını da biliyor, kükremesini de. İşte o gece kahraman Türk milletimiz demokrasi yolunda darbeye geçit vermedi!

Demokrasi Yolunda Darbeye Geçit Yok!

Tıpkı kişiler gibi, milletlerin de karakteri vardır. Bizim milletimizin karakteri, gerçekten erdemlerle donatılmıştır. Bu erdemlerden biri de, yeri geldiğinde vatanını korumak için canından vazgeçmeyi göze alabilmektir. Türk milletinin bu yüksek karakterini yüzyıllara uzanan destansı tarihimizde çok kez görmüşüzdür. İşte bunların sonuncusu, 15 Temmuz 2016’da millet olmanın asaletini, birlikteliğini ve gücünü gösterdiğimiz demokrasi zaferimizdir. Türk milletinin demokrasiyle yaşama özgürlüğüne, Türkiye Cumhuriyeti’nin içte ve dışta bağımsızlığına, ülkemizin huzur ve refahına göz dikenlerin bir temmuz gecesinde yapmaya çalıştığı kalkışmayı, sokaklara dökülen genç, yaşlı, kadın, erkek, Türk milletinden milyonların bastırdığı bir destandır 15 Temmuz.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Bizler o gece, demokrasimizi kimsenin eline bırakamazdık. Milletimizin refahını ve huzurunu, darbeyle başa geçmeyi düşünenlere terk edemezdik. İman gücümüz, millet olmanın verdiği inanç ve devlet büyüklerimizin verdiği güvenle bayrağımıza, bağımsızlığımıza ve devletimize sahip çıkarak, Türk milletinin gücünü yeniden gösterdik. Üzerimizde hain emelleri olan yapılanmalar, ülkemizde kaos ve kargaşa ortamı yaratmak isteyerek, bu milletin bağımsızlığına, demokrasisine göz dikmişlerdi. Fakat biz, millet olarak el ele vererek köprülere, havaalanlarına, açık meydanlara koşarak, bayrağımıza sahip çıktık. Tarihimizde defalarca ortaya çıkardığımız o asil ruhu, 15 Temmuz’da Türkiye’nin dört köşesinde yeniden gösterdik.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Herkes gördü ki, Türk milleti asil kanlarıyla suladığı bu vatan toprağının bir karışını bile teslim etmez. Ve yine gördüler ki, demokrasiye göz dikenlerin asla hâkimiyetine girmez bu millet. Aramızda ayrılıklar yaratmak isteyen tüm güçler gördüler ki, Türk milleti gerçekten büyük ve asil bir millettir. Bu uğurda canlarını veren şehitlerimize yüce Allah’tan rahmet, gazilerimizede acil şifalar diliyoruz. Demokrasi şehitlerimiz, tarihin şerefli sayfalarına adını yazdırarak ölümsüzleştiler. İnşallah bu millet böyle bir tehlikeyi bir daha yaşamaz. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti, Yaşasın Demokrasi!
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Çilem Duman’ın kaleminden ”For Sama”

Merhabalar değerli okurlarım. Bu yazımda sizlerle beni hikayesiyle ve gerçekliğiyle etkileyen bir festival filmi “For Sama” yı anlatacağım. Bakanlığımız Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından 14-21 Haziran tarihleri arasında online gerçekleştirilen Uluslararası Göç Filmleri festivalinin en özel anlatımlı filmi “For Sama”…

Göç insanlık tarihince hep var olan bir olgu ama sebepleri ne için bu çok büyük bir dikkatle incelenmesi gereken bir konu. “For Sama” filminde göç olgusu savaşla birlikte bir çare olarak görülen bir olgu. Suriye de yaşanan insanlık dramını anlatan bir film. Film tamamen Suriye li Waad’in el kamerasıyla 2010 dan başlayarak çektiği görüntülerden oluşuyor. Direnişçilerin getirildiği hastane de çalışan doktor kocasıyla yaşadıklarını gösteren ve anlatan bir kadın var karşımızda. Bu dram gerçek ve insanları gerçek yaşadıklarını birebir kayda alan bir filmden bahsediyoruz.




Yani bu bir senaryo değil. Savaşın soğuk acımasız ve büyük yıkımlarla dolu yüzü. Tamamıyla 5 yıl sürmüş çekimler. Waad al-kateab ve Edward Watss’ın yönettiği film ödüllere layık ve insanlara da birçok gerçeği en şeffaf haliyle anlatıyor. Savaşı bir kadının ve bir annenin gözünden sunarken “neden hala buradayız” ı kızına anlatan ya da anlatmaya çalışan bir annenin deneyimleri. Filmdeki şiddet bombalar çocukların yaşadıkları yaralılar kaybedilen canlar ne yazık ki hepsi gerçek. Ülkelerinde kalan muhalif sivil Suriyelilerin başından geçenler yüreğimi paramparça yaptı. Filmi izlerken kendimi Onların yerine koyduğumda yüreğimde tarifi olmayan bir sizi hissettiğimi sizlerle paylaşmak isterim. İşte o zaman da en çok zarar gören Suriye li çocukları düşünmemek mümkün değil. Kardeşini bombalı saldırı sonrası kaybeden küçük çocuğun hastanenin köşesine çöküp ağladığı sahne yani gerçek hikaye hala gözümün önünden gitmiyor.




Buraya kadar anlattığım kadarıyla da sizler de görüyorsunuz ki savaş derin yaralar açarken çaresiz insanlarından yurtlarından vatanlarından farklı diyarlara göç hikayelerinin de başlamasına sebep olmakta. Göç ve göçün sebeplerine biraz da farklı pencereden bakmamıza sebep olan “For Sama” filmini izlemenizi tavsiye ediyorum. İzlerken kendinizi biraz onların yerine koyup empati kurarsanız gerçek hikayenin içinde hissettiğiniz ruh hali gerçekten savaşın acımasızlığını bizlere gösterecektir. Şu anda Waad ve ailesi Londra da yaşamaktalar. Ne yazık ki vatanlarından göç ettiler. Başka bir kültürde ve ülkede yaşamak ve uyum sağlamak çok da kolay olmasa gerek… Biz de göç ve bu olgunun sebeplerini bir nebze “For Sama” filmi ile umarım düşünürüz… Sevgilerimle…

Çilem Duman
cilemduman@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden; ”Sanat ve sanatçı insanlık için varolmalıdır”

Bu yazımda gerçek sanatı ve sanatçıyı tenzih ederek, sanatını hedefinden uzak, sanatçılığını da kendi egosunu ve kişiliğini ön planda tutmak için yapanlara değinmek isteyerek kaleme aldım.

Sanatçı geçinenler; Suriye’de insanlık katledilirken, insanlığın acılarına derman olamıyorlarsa, sadece pembe dizilerin ve ufuksuz vadilerin adamı oluyorlarsa, bu gibilerden sanatçı olunamayacağını söylememiz onları gücendirmemelidir. Zira sanatçı, kitlelerin alıcı ve vericisi olmak durumundadır. Sanatçı, asla pasif olamaz. Yaşanan aktif bir hayatın muştulayıcısı, acılar içinde kıvranan insanlığın kalkanı olmayan sanatçı, sanatını kimin için icra ettiğini düşünmelidir.

Sanatçının işinin zor olduğunu bilenlerdenim. Köy ve kent sorunu; dil, din, eğitim, öğretim, ilericilik, gericilik ve daha bir sürü sorunlar yumağı içerisinde ayakta kalabilmek ve mücadele etmek, elbette zordur. Böyle zeminde fildişi kulesine çekilmek de olmaz. Türkiye gibi, sorunu çok olan ülkelerde sanatçıya, bilim adamlarına, fikir adamlarına, yazar ve şairlere çok iş düşmektedir. Sorumluluk bilinci taşıyan her sanatçı, halkına dönmeli ve topluma seslenmelidir. Toplumun uyanmasında ve bilinçlenmesinde sanatçının üfüreceği soluk ve aydınlarımızın vereceği fikirler, önemli katkılar sağlayacaktır. Artık şu gerçeği sanırım herkes anlamıştır ve bu noktada bir mutabakat sağlanmıştır: Sorunları çok olan Türkiye’de, sanat toplum içindir. Büyük sanatçılar, yaşadıkları toplumun sorunlarına eğilmişlerdir. Topluma yönelen sanat ve sanatçı küçülmez, bilakis büyür ve güç kazanır.

 

Sanatın tabiat güzelliğini taklit ettiğini ve bu yüzden de uzun soluklu olamayacağını söyleyenler haklı. Toplumdan uzak olan sanat, toplum dışında hayatını sürdüremez. Sanat eserleri de insanlık için olmalıdır. İnsanı, onun kutsallarını dışlayan bir sanat, kendisine nasıl ve nerede hayat bulacak? Dolayısı ile sanat, sanat için yapılamaz; sanat, insanlık için olmalıdır. İnsanın olmadığı bir coğrafyada sanatın ne hükmü ola ki?

Sanatçı da insanlıktan uzak limanlarda gezinmeye başlarsa, başarılı olamaz. İnsanlığın temel dinamiklerini ve özünü temsil etmeyen sanatçı, sanatçı sınıfına dahil edilemez. Sanat eseri ortaya koymak isteyenler, kişilik ve karakter sahibi olmalı, bu da yetmez; evrensel düşünmeli ve tüm insanlığa hizmet etmelidir. Yaşadığı toplumun manevi değerlerinden ve inançlarından kopuk, soyut bir metafiziğe inanan sanatçı, maddeye taptığı müddetçe maneviyatın öncülerine hiçbir şey veremez.

İlkel toplumlarda sanata pek önem verilmediği için o bölgenin sanatçı geçinen zümresi, çıkınındakileri satmada zorluk çekmez. Ama maneviyata, insanlığa, ahlaki değerlere ve inançlara önem veren, bunları değişmez sabiteler olarak gören bir toplumda sanatçının kimlik ve karakteri çok önemlidir. Bakmayın siz; Türkiye gibi ülkelerde, kişiliğinden ziyade dişiliğini sergileyenlere… Ortaya koyacak sanatı ve eseri olmayanlar, neyi sergileyecekler? Bizde sanatçı geçinenler, evrensel bir sanatın ve sanatçının tanımını yapamazlar. “Sanat, sanat içindir” diyenlere sorun, bu kavramın açılımını yapmada zorlanacaklardır.

Hayatı ve gerçeklerini kavrayamamış, tabiat ve toplum yasalarını okuyamamış, ortak akıl ve kültürden yoksun şahsiyetlerin sanat adına ortaya çıkmaları, bu ülkede sanata verilen değeri göstermektedir.

 

Bağlamanın perdelerinde notaya dayanarak melodi çıkaramayan, Anadolu’u halkının derdinin ne olduğunu bilmeyen; ozan ve şairlerin dünyasından habersiz bir sanatçı, ne kadar halk müziği sanatçısı olabilir? Haydi söyleyin, bir başkasının eserini dillendiren, hiçbir beste ve derlemesi olmayan, halk müziğinin köklerinden habersiz birisini sanatçı sayabilir misiniz?

Yani demem o ki gerçek sanatın ve sanatçının gerçek anlamda hak ettiği kıymet ve değerini verirsek ve hak ettiği zirvede tutabilirsek, her önüne gelenin sanat yapıyorum diye ego ve kapris hastalığını bizler çekmek zorunda kalmayız … Sözün özüne gelecek olursak, bir Sanatçı sanatını İNSANLIK için yapmalıdır. Kalın Sağlıcakla…

Page 3 of 6

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén