Etiket: yazar Page 1 of 2

Goncourt ödüllü Fransız yazar Mathıas Énard Türkiye’ye geliyor!

Institut français Türkiye, Türkiye’nin Goncourt Seçiminin ilanı vesilesiyle 2015 yılında Goncourt Ödülü’nü kazanan Fransız yazar Mathias Énard’ı ağırlayacak. Boussole – Pusula adlı romanıyla 2015 yılında Goncourt Ödülü’ne layık görülen yazar, Institut français tarafından 17 – 18 Nisan’da Ankara’da ve 19 – 20 Nisan’da ise İstanbul’da düzenlenecek bir dizi konferans ve söyleşiye katılarak Türk okurları ile buluşacak ve Türkiye’nin Goncourt Seçimi jürisine başkanlık ederek sonuçları ilan edecek.




Mathias Énard, 17 Nisan tarihinde Türkiye’nin Goncourt Seçimini belirlemek üzere Ankara, Istanbul ve Izmir’den gelen üyelerden oluşan jüriye başkanlık ederek, Institut français Ankara’da düzenlenecek basına açık toplantıda Türkiye’nin Goncourt Seçimi’ni ilan edecek. Aynı günün akşamı Institut français Ankara’da düzenlenecek edebiyat söyleşisine Boussole – Pusula romanını Türkçe’ye kazandırarak Institut français 2021 Çeviri Ödülü’nü kazanan Ebru Erbaş ile birlikte katılacak olan Énard,18 Nisan tarihinde Hacettepe Üniversitesi’nde bir konferans verecek. Yazar 19 ve 20 Nisan tarihlerinde ise İstanbul’da ilk ikisi Minoa Kitapçısı’nda yazar ve çevirmen Yiğit Bener eşliğinde, sonuncusu Galatasaray Üniversitesi’nde olmak üzere üç ayrı söyleşiye katılacak.

Türkiye’nin Goncourt Seçimi
Institut français Türkiye’nin girişimi ile Türkiye, Goncourt Akademisi tarafından resmî olarak Türkiye’nin Goncourt Seçimi’ni düzenlemeye davet edildi. Türkiye bu şekilde, Uluslararası Goncourt Seçimi düzenleyen 37. ülke oldu. Goncourt Ödülü’nün uluslararası ayağını oluşturan ülkelerin Goncourt seçimleri, o ülkede bulunan Institut français bünyesinde ve üniversitelerin Fransız Dili ve Edebiyatı, Mütercim tercümanlık ya da Fransızca öğretmenliği bölümlerinde Fransızca kitap kulüpleri yani jüriler oluşturularak her yıl Akademi Goncourt tarafından açıklanan kısa listede bulunan eserler okunuyor ve oylanıyor.




Bu şekilde her ülke kendi Goncourt Ödülü’nü veriyor. Ödülü kazanan roman o ülkenin diline çeviriliyor. Türkiye’nin Goncourt Seçimi, Fransızca edebiyatın tanıtımı ve Institut français Türkiye’nin kitap politikası açısından önemli bir etkinlik haline gelecektir.

Mathias Énard kimdir?
Fransız yazar ve çevirmen Mathıas Énard, 1972’de Fransa’nın Niort kentinde dünyaya geldi. Yükseköğrenimini, Arapça ve Farsça eğitimi aldığı INALCO’da (Doğu Dilleri veMedeniyetleri Enstitüsü) tamamladı. 1991 yılından itibaren Ortadoğu’ya (Beyrut, Şam, Tahran) uzun sürelerle konakladığı yolculuklar yapmaya başladı. 2000 yılından beri Barcelona’da yaşamaya devam eden Énard, Bağımsız Barcelona Üniversitesi’nde verdiği Arapça derslerinin yanı sıra Arapça ve Farsçadan çeviriler de yapıyor. Yazar ilk romanı La perfeciton du tir’i [Mükemmel Atış] 2003’te, ikinci romanı Remonter l’Orénoque’u [Orinocu’ya Tırmanmak] 2005’te yayımladı.




Yazar, dördüncü romanı Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara ile Fransa’da lise öğrencilerinin verdiği Goncourt des Lycéens Ödülü’nü aldı. Énard’ın, dördüncü kitabı olmakla birlikte yazara ilk büyük başarısını kazandıran, geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan ve büyük övgülerle karşılanan romanı Mıntıka, Livre Inter ve Prix Décembre gibi saygın edebiyat ödüllerini aldı. Yazar, Pusula’yla 2015 yılında Fransa’nın en önemli edebiyat ödülü Goncourt’a layık görüldü.2020 yılında Le Banquet annuel de la confrérie des Fossoyeurs (Mezar Kazıcıları Birliğinin Yıllık Ziyafeti) romanından sonra, Déserter yayınlanan son kitabıdır.

Sıla Bulut ile hayata ve ideallerine dair güzel bir sohbet gerçekleştirdik!

Abdussamed Tosun: Bize biraz sosyal hayatta sıla’dan ve kişisel hayattaki sıladan bahseder misin?

Sıla Bulut: Sosyal hayatta Sıla, Daha soğukkanlı biri. Eğer o ortam da yapması gereken sorumluluklar varsa onu tüm ciddiyetiyle başarmak için mücadele eder. Kişisel hayatta Sıla, Aile ortamında daha sakin ve sıcakkanlı biridir.

Abdussamed Tosun: Sıla’nın hedefi nedir, neler yapmak istiyor?

Sıla Bulut: Benim hedefim mesleki olarak Hâkim olmak ve tabii ki ek işim olarak ta kitap yazarlığı yapmak. Kitap yazarlığımdaki hedeflerim, ilk öncelikle tabii ki saygı değer büyük liderimiz olan “Mustafa Kemal Atatürk’ümü” gururlandırmak bunu tüm kalbimle çok istiyorum gerçekten. İkinci olarakta, eğer ilerleyen zamanlarda bu rahatsızlığıma bir tedavi bulunursa, tedavimi olabileyim. Bu ikinci madde aslında hâkimlik işimde de mevcut hâkim olursam eğer yine tedavimi olabilmek için ve aynı zamanda durumu olmayan, o evin içerisinde bir hastalığı olan insanlara yardımcı olmak. Elbette ki sokaklar da yaşayan insanları ve hayvanları unutmadım onlar için de bir çare bulunur elbet, onlara da yardımcı olurum mutlaka.

Abdussamed Tosun: Biraz yaşadığın sağlık problemlerinden bahseder misin?

Sıla Bulut: “Spina Bifida” isminde bir rahatsızlığım var. Çoğu rahatsızlığın gibi bu rahatsızlığın da seviyeleri var. Ben orta seviyeli olanlardanım. Yürüyüp, yürümemem konusunda doktorlar net bir şey söylemezler ama ben inanıyorum ki ve “Engelsiz Yaşam Mücadelesi” kitabımda da dediğim gibi “her zaman mutlaka bir umut vardır.”

Abdussamed Tosun: Bize sılayı 3 kelime ile anlat desem ne dersin?

Sıla Bulut: Saygılı, dürüst ve güvenilir olarak ifade edebilirim.

Abussamed Tosun: Sıla’nın 1 gününü anlatır mısın bize?

Sıla Bulut: 1 günüm okul zamanı ise, sabah erkenden kalkar, kahvaltımı yapar, okul için hazırlanır ve okula giderim 8 saatim okulda geçer. Okuldan geldiğimde eğer o gün Fizik Tedavim varsa giderim 2 saatim Fizik Tedavi de geçer. Fizik Tedavimden sonra eve gelip akşam yemeğini ailemle birlikte yeriz. Eğer okulla ilgili yapmam gereken sorumluluklar varsa yaparım yoksa sadece ders tekrarı yapar ve dinlenirim. Tatil zamanı ise, kalkar ve elimi yüzümü yıkarım. Ailemle birlikte kahvaltı yaparız. Daha sonra ise film izleriz. Daha sonra ben biraz kitap okurum sonrasında dinlenir, dinlenirken de bana iyi gelen müzikleri dinlerim. Akşam vakti olursa eğer yine akşam yemeği yeriz. Akşamı ailemle geçiririm ve daha sonrasında dinlenirim.

Kısaca Sıla Bulut Hakkında:

Yazar Sıla Bulut nasıl bir kişisel yapıya sahip?

Çok sabırlıyımdır ama karşımdaki kişi saygısını suistimal ederse sabır gider ve hayatımdan çıkarırım. Saygı benim için çok önemlidir ki bende saygılı bir insanımdır etrafımdaki insanlar öyle der. Bir insan beni küçümsediği zaman sadece bir tebessüm eder ve harekete geçerim ve açıkça söylemem gerekirse her şeyi yaparım. Kendime güveniyorum. O yapabilme gücünü kendimde hissedebiliyorum. Sevgi dolu bir insanım. Yardımsever bir insanımdır ama elimden geldiğince tabii. Konuşmayı değil en çok dinlemeyi severim. Bu şekilde. 

Yazar Sıla Bulut kaç yaşında? 

Ben 16 yaşındayım.

Yazar Sıla Bulut nerede yaşıyor?

İstanbul Yazar Sıla Bulut okuyor mu? Kaçıncı sınıf?

Evet okuyorum. Lise 10. sınıfa gidiyorum.

Yazar Sıla Bulut’un burcu nedir?

Burç : Yay – Yükselen : Oğlak

Yazar Sıla Bulut’un en sevdiği renk nedir?

Değişiyor ama genel olarak mavi rengini severim.

Yazar Sıla Bulut’un en sevdiği kıyafet tarzı nedir?

Sportif

Rahatsızlığınızın adı ve tanımı nedir?

Doğuştan mı, sonradan mı?

Rahatsızlığımın adı Spina Bifida. L1 L2 seviyesinde. Doğuştan böyleyim. Omuriliğim de (omurga) skolyoz (eğrilik) var dizlerim de hafif spastik (kasılma) var. “Anne eğer hamilelik döneminde olumsuz düşünceleri veya durumları varsa çocuğun omurgası gelişmiyor ve bu hastalık meydana geliyor.” Tanımı bu.

Yazar Sıla Bulut nereli?

Karadeniz (Ordu/ Akkuş)

Yazar Sıla Bulut’un doğum günü ne zaman? 

Doğum Günüm 23 Kasım 23.11.2005


Rahatsızlığım hakkında, Fizik tedavi merkezlerinde tüm vücut geliştirme egzersizlerini yapıyorum. Belden aşağısını hissetmiyorum. Rahatsızlığımın adı Spina Bifida. L1 L2 seviyesinde (orta seviyede). Bu rahatsızlıkta çoğu kişi hasta bezi kullanabiliyor. Çoğu tak yapıyor (sonda kullanıyor).

Röportaj: Abdussamed Tosun
dskultursanat@yahoo.com

Yazar Sıla Bulut: ”Her zaman için mutlaka bir umut vardır ve hiçbir zaman pes etmeyin”

Samet Tosun: Yazmak başlı başına cesaret isteyen bir iştir. Peki sen yazmaya nasıl başladın? Hani bigün oturuyordun ve bir anda ben kitap yazmalıyım mı dedin J

Sıla Bulut: Birkaç nedeni var: Onlardan ilki, kitap  yazacağıma yakın zamanlar da “acaba Atatürk’ümü nasıl gururlandırabilirim?” diye düşünüyordum. Mustafa Kemal Atatürk’te kitap okumayı çok seven bir lider. Belki dedim kitap yazabilirim.

ikincisi ise, 1. Sınıfımdan beri hayalim aslında kitap yazmak. 1. Sınıfım da  daha çok fabl tarzı kitaplar yazardım.

Samet Tosun: Peki en başa dönelim, Sıla Bulut kimdir? Nasıl bir ailede büyüdü? Bize biraz Sıla Bulut’u anlatırmısın?

Sıla Bulut: Sıla Bulut, her daim mücadele eden çok güçlü bir kız. Onu hep destekleyen çok güzel bir ailede büyüdü. Ailemi çok seviyorum. Onlar iyi ki varlar. Kitabımda ki sözümün de dediği gibi “en büyük mucize ailedir.”

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Samet Tosun: Yeni çıkacak olan kitabınızdan bahsedecek olursak eserinizde okuyucularımızı neler bekliyor?

Sıla Bulut: Çok güzel şeyler bekliyor bence. Öncelikle tabii ki bir “farkındalık” olacak insanlar için. Benim insanlardan öncelik isteğim buydu zaten. Biz Özel Gereksinimli Bireylerin farkında olunması, ona göre hareket edilmesi ve ona göre insanlar da  yeni fikirlerin oluşması. Kısacası insanların daha çok bilinçleneceğini düşünüyorum.

Samet Tosun: En çok hangi tür kitapları okuyorsunuz ve hangi yazarları takip ediyorsunuz?

Sıla Bulut: Psikoloji, kişisel gelişim kitapları okumayı daha çok severim. Takip ettiğim yazarlar aklıma şimdilik Doğan Cüceloğlu geldi. Çok severim.

Samet Tosun: Birazda ileriye yönelik projelerinden bahsedelim? İleriye dönük neler düşünüyorsun?

Sıla Bulut: İleriye dönük güzel şeyler düşünüyorum. 2. Kitabımı çıkarmayı düşünüyorum. 1. Sınıfım da ki hayalimi tamamıyla gerçekleştirmek ve ilerletmek, devamını getirmek istiyorum.  Fabl yazmayı düşünüyorum.

Samet Tosun: Peki Sıla Bulut’un 1 günü nasıl geçiyor? Bize bir gün içerisinde neler yaptığını anlatırmısın?

Sıla Bulut: Okul zamanında, sabahın erken saatlerinde okula gidiyorum. Öğleden sonra eve geliyorum. Hemen ardından fizik tedaviye gidiyorum. Akşam eve geliyorum, yemek yiyorum. Ders çalışıyorum. Boş vaktim olursa eğer müzik dinliyorum.

Tatiller de ise, yine kalkarım kahvaltımı yaparım. Öğleden sonra dışarı çıkar kitap okurum. Akşam eve gelir yemek yerim. Biraz dinlenirim ailemle vakit geçiririm.

Bu şekilde.

Samet Tosun: Ülkemizdeki kitap okuma oranları hakkında neler düşünüyorsun?

Sıla Bulut: Maalesef ki çok düşük. Bu çok üzücü bir durum ama ne olursa olsun kitap okunmalı. Bilinçlenmek için, kendimize zaman ayırabilmek için kısacası kendi iyiliğimiz için mutlaka kitap okumalıyız.

Samet Tosun: Son olarak okurlarımıza söylemek istediğin bir şeyler var mı?

Sıla Bulut: Her zaman için mutlaka bir umut vardır. Hiçbir şey için hiçbir zaman pes etmeyin hep devam edin. Emin olun ki başarılı olacaksınız. Kendimize her zaman inanalım, güvenelim. Kendimize her daim değer verelim, kendimizi sevelim. Kendimizi sevmek asla bencillik değildir. Sizleri seviyorum güzel okuyucularım.

Röportaj: Samet Tosun
samettosun@dskultursanat.net

Yazar Samet Koca; ”Bunu hem kendim hem de tüm yazar arkadaşlarım için istiyorum”

Samet Tosun: Biz sizi O’nun Bebeği Kitabınız ile tanıdık, sevdik. Nasılsınız?

Samet Koca: Merhabalar öncelikle çok teşekkür ederim. Bu tanışma bana da çok iyi geldi kitabımın okunması beni çok mutlu etti.

Samet Tosun: Malum bir pandemi süreci yaşadık, yaşıyoruz sizi nasıl etkiledi bu durum. Karantina dönemlerinde neler yaptınız?

Samet Koca: Maalesef tüm dünya için bir yıkım, bir üzüntü oldu Covid-19 pandemisi. Kısıtlandık, sosyal yaşamlarımızdan mahrum kaldık. Sevdiklerimizden, geniş ailemizden ayrı düşerek yaşadık uzunca bir süre. Bu süreçte evde kalıp işe ara verdiğim dönemler oldu benim de. Evde ailemle vakit geçirdim. Daha fazla kitap okuyabildiğim bir dönem oldu. Yazım süreci devam eden yeni kitabımı tamamladım.

Samet Tosun: Neler yapıyorsunuz ilk kitap sonrasında? diye soracaktım ki sizden güzel bir haber duymuş oldum böylece. Nedir yeni kitabın durumu?

Samet Koca: Kitabımı geçen yaz başında tamamladım ama malum salgın sebebiyle yayımcılık sektörü de bir sekteye uğradı. Evde kalıp kitap okunan dönemde mevcut kitaplara ulaşım sağlanmış oldu. Fakat yeni eserlerin basımı durdu. Bir çok kitabın basımı ertelendi… Bunlardan bir tanesi de benim kitabım oldu.

Samet Tosun: Yakın bir zamanda okuyabilecek miyiz peki yeni kitabınızı?

Samet Koca: Bir senelik ertelemenin ardından daha fazla vakit kaybetmeden basılmasını istiyorum artık kitabımın. Bunun için yayınevi görüşmelerim devam ediyor.

Samet Tosun: Bu güzel haberin ardından bize sabırla beklemek düşecek o zaman

Samet Koca: Ben de en az sizin kadar sabırsızım bu konuda. Aylarca yazdığım bir kitabın daha okuyucu ile buluşacak olması, fikir alışverişinde bulunmanın, duyguları paylaşmanın keyfini anlatamam.

Samet Tosun: O’nun Bebeği’nin devamı mı olacak yeni kitabınız?

Samet Koca: Sırada basılacak olan kitabım Aklımda Sen(ismi değişebilir). Merak edenler için bir bölümünü Wattpad platformunda paylaştım. O’nun Bebeği ile bağlantısı olmayan, yaşanan bir aşk hikayesinden yola çıkarak kurgulayıp yazdığım derin duygular besleyen bir kitap oldu. Anlatım tekniğiyle içime çok sinen sürprizli bir çalışma sizi bekliyor.

Samet Tosun: Yeni kitabın içeriği heyecanlandırdı doğrusu. O’nun Bebeği’nin devamını yazdığınızı duyurmuştunuz bir de.

Samet Koca: O’nun Bebeği’nin devamını yazmaya başlamıştım ama kitap bastırmanın bu kadar uğraş gerektiriyor olması sebebiyle şevkim kırıldı ve şimdilik onu rafa kaldırdım. Kitap yazmanın sancısı bittiğinde maalesef bunu okuyucuya ulaştırma kaygısı içine düşmek geride bekleyen onlarca fikri ve yaratıcılığı baltalıyor maalesef.

Samet Tosun: Umarım bu konuda daha rahat olacağınız bir ortam oluşur sizin için.

Samet Koca: Bunu hem kendim hem de tüm yazar arkadaşlarım için istiyorum. Sonuçta bizler yazdıkça kendimizi ifade edip, yeni şeyler deneyerek gelişim sağlayacağız, anlaşılacağız.

Samet Tosun: Okuyucularınıza son olarak söylemek istediğiniz şeyler varsa onları da alalım

Samet Koca: Öncelikle tüm ülkemize yangın ve sel felaketlerinden dolayı geçmiş olsun diyorum. Ciğerlerimiz yandı, göz yaşlarımız aktı günlerce. İnşallah pandemi de son bularak tüm bu yaşananlar kötü geride kalır ve güzel günlere kavuşuruz. Yeni kitaplarda tekrar bir araya gelebilmek dileğiyle.

Röportaj: Samet Tosun
dskultursanat@yahoo.com

Yazar Tuğçe Çakır, ülke tv ekranlarında anlattıkları ile izleyiciye duygusal anlar yaşattı!

”Son rüyam, seni Allah için sevdim, tövbe ve cennet kuşu” isimli yazdığı kitaplar ile büyük beğeni toplayan başarılı yazar Tuğçe Çakır, ülke tv’de yayınlanan ailem için programına konuk oldu. Bursa’da yaşayan Tuğçe Çakır ve ailesi yaşadıkları zor günleri ülke tv mikrofonlarına anlattı.




İzleyenleri duygulandıran Çakır, kendisi yaşadıkları olayları anlattıkça izleyicide ekran başında gözyaşlarını tutamadı. Program sonrası sosyal medya’da Çakır ile ilgili yüzlerce güzel yorum yapıldı.

Sosyal medya hesabı üzerinden bir paylaşım yapan Tuğçe Çakır; ”Destekleriniz ve güzel dualarınız için çok ama çok teşekkür ederiz… Bize ne dua ediyorsanız Rabbim size on mislini nasip etsin inşallah. Anılarımıza bir yenisi daha eklenmiş oldu böylece. Ülke TV program müdürü Şermin ablaya, yapımcısı Mehmet abiye, Nimet Hanım’a ve emeği geçen diğer herkese özellikle çok teşekkür ediyorum” ifadelerini kullandı.

https://dskultursanat.net/kim-kimdir/tugce-cakir-kimdir/

Çilem Duman’ın kaleminden; ”Bir müzisyenin hikayesi”

Eğer kalem elindeyse yazılmalı diye düşündüm. Bir müzisyenin hikayesi anlatmalı.Bir yılı geçkin süredir yaşadığımız pandemi sürecinde en çok etkilenen sektörlerin çalışanları arasında müzisyenler; melodilere hayat veren sesiyle veya enstrümanı ile ne zorlu dönemden geçmekteler. Bu arada o müzisyenlerden birtanesi de bu yazıyı kaleme alan Çilem Duman. İlk günlerde hadi dedim bir ay içinde toparlar karantinaya dikkat edelim maskemizi kullanalım çabucak geçer biter. Bu düşüncelerde olalı şöyle şu an bi baktım bir yılı geçmiş.




Peki ne yaptı bu süreçte müzisyenler? Hepsi evlerde süreci stresle izledi. Ama yılmadılar en, umutsuz anlarında dahi enstrümanlarına, sarıldılar. Ya da, şarkılar söylediler. Belki bir sosyal medya hesabından belki bir online konser ağından belki de evde kendisiyle kaldığı anlarda moral olsun istedi. İşte müzisyen olmak böyle bir duygu hali. Teselliyi yine kendinde müziğinde aradı buldu. Müziği de olmasaydı ne yapardı? Müziksiz bir yaşam kim ister ki? O zaman biraz daha müziğe müzisyene sahip çıkmalı… Konser alanları yaratmalı. Müzisyenin sanatçının motivasyonu alkış takdir edilmektir. Pandemi sürecindeyiz ve uzun süre daha bu devam edecek gibi…Herkesten bu anlamda biraz ince düşünerek biz müzisyenleri varlığını yaşatacak projeleri gerek siyasetçilerimizden gerekse belli makam mevkide ki değerli büyüklerimizden beklemekteyiz.




Online dünyada da olsa bize konser imkanları ile nefes olun… Bu arada bir kitap önerim de olacak değerli yazar Aynur Ayaz ve “Samiminiyet” kitabı günümüzde niyetin önemini güzelliğini anlatıyor. Buarada yeni single projem “YaralıKalbim” şarkımı dinleyin klibimi izleyin isterim canlar. İşte Pandemide müzisyen olmak böyle birşey biraz, takdir biraz alkış beğeni bizi daha da motive ediyor. Sözlerime burda son verirken kalın sağlıcakla Pandemisiz günlere canlar. Bizleri müzisyenleri yaşatın canlar.

Semih Ertürk’ün kaleminden ”Olmayan sevgilinin hikayesi”

Şimdi seni düşünüyorum. Dörtlükler gereksiz geliyor. Canına yandığımın. Ellerin, gözlerin, bakışların ısıtıyor şu semserseliğimi. Nen yok ki? Biraz çay, biraz zeytin, biraz peynir az az hepsinden var gözbebeklerinde. 24 saat seni düşünüyorum. İşte dünyanın en ağır işidir bu. Acaba ne yapıyor, iyi mi, hasta mı, derken görsem bile yine de aklım çıkıyor. Sana bir şey olur diye, belki de oldu bilmiyorum. Bana oldu çünkü. Kalbimde bir kurt var, kemirir içimi. İyisi mi ben sevmeye devam edeyim. Bir gün lazım olur. Bunu anlatacak kedilerimiz belki çocuklarımız olur.


Zaman zaman kıskanıyorum çok değil belki bir muhabbet kuşu kadar. (Merak etme gören olmaz. Kalbinden söyle sende ben gibi.) Ama özlüyorum tarifi yok, mesafesiz, gecesiz, gündüzsüz. O eroin gözlerini, o yeleli saçlarını, siyah kuş tüylü küpelerini, ne bileyim işte seni sen yapan her şeyi. Ben ki senden önce bir ağlama duvarı gibiydim öyle halsiz, ruhsuz, melankoli içerdim günde üç öğün. Seni anlatabilmek öyle kolay olsa bana ne gerek vardı ki? Bunca şiire, söze ya da gazele. O gün sevdim seni sen de bilirsin. Eski zaman gözlerinin yalnızlığıydı. Saçların yanmış ateş içmiş gibiydin öyle çocuksu, öyle masum, öyle güzel. Sevmek cesaret işiydi o ejderha gibi olan seni. Küstah bahara daha vardı. Uyduruk mucizelerimle hep kandırdım: kendimi.


Bir bıkkınlığın var ama görsen bıkkınlık demezsin. Bir yorulmuşluk uğramış gözbebeklerine ama öyle böyle değil. Sanırsın doğurmuş tüm dünyayı. Bir sensin işte bu başka yok. Öldüm öldüm anla diye. Dualar edilen, mabetler kurulan, üzümtül gazeller yakılan filan. Öyle işte bile yazdılı. Bahtım da kara sırf sen uyu diye. Korkuyorum. Camgöbeği sözlerimden.

O inat neyse sen o oluyorsun o aşk neyse o olduğun gibi. Bekliyorsun şiirler gibi, papatyalar gibi, ben gibi, vapurlar gibi. Kolay gitmiyorsun kalp kalp atarken. Göz göz çekiliyorsun ciğerlere. Ve Tanrı haklı sonuna kadar. Havva kadar. Sen kadar. Âdem aşkından Şeytan kıskançlığından. Kitaplar okuyorsun, şiir yazamasan da. Şarkılar söylüyorsun yine Galata’da. Bir yağmur tutuldun Beşiktaş’ta. Sevmediğin. O siyah beyaz halinle. Beş dakika bekle git.  İnsanda insana tutulurmuş güneş gibi ay gibi.


Bunca yalnızlığı kaldıramaz oldum. Yarım kalmış hikâyemsin. Anlatsam kim anlayacak ki? Duvarlarım cebimde falan da değil. Memlekette şiir okuyan bir sen kaldın sanırım. Herkes sana yazıyordur olsa olsa, öyle ya… Öyle olması lazım. Alfabede harf bırakmadım. Hepsiyle yazdım. Bir ihtimal sende karar kıldım. Bilmiyorum, vallahi bilmiyorum. Delirecek oluyorum. Dört duvar arasında yaşar misalliyim. Herkes haklıydı ben hariç. Ama hayattan hep nefret ettim sen hariç. Seni inan seviyorum. Sadece gönlümle dilim anlaşamıyor ne diyecekleri konusunda. Semah yapıp duruyor kalbim. Yine lodoslarım tutuyor. Sen lodosları çok sevmiyorsun, migrenlerin tutuyor sonra.


Neyse. İnşallah seversin de kurtulurum ben de şiir yazmaktan… Tüm şiirlerim sana hep çünkü anlıyor musun? Fakirin umudu gibi umarım anlamanı. Bin yıllık esaret gibiyim, kaçamıyorum senden. Kimseyi koyamam daha aynalara, rüyalarıma, ellerime, gözlerime falan da. Anlıyorsundur umarım. Eğer anlamıyorsan demek ki ben hep bir yabancı dil gibiydim. Seni sözlük sözlük ezberliyordum. Sesini bir gökyüzü gibi tuttum içimde. Çocuksuluğumla kalplerindeki salıncaklarda sallandım. Niye kendinle belalısın ki? Rahat bırak kalbini. Ben de aşkın var. Sev gitsin işte… Al sana mensur şiir…

Yeşim Uludağ Röportajı

”Tiyatroda Devrim: İlk Holografik Tiyatro Eseri Kimya”

Samet Tosun: Merhaba Yeşim hanım, öncelikle bizleri kırmadığınız için çok teşekkür ederiz. Bize biraz kendinizden bahseder misin? Yeşim Uludağ kimdir?

Yeşim Uludağ: Asıl ben ilginiz için çok teşekkür ederim. İstanbul’da yaşayan bir Ankaralıyım. 17 yaşımdan beri Ankara’da tiyatro sahnesinde başladığım oyunculuğa, daha sonra sosyoloji eğitimimi 3.sınıfta bırakıp, Konservatuvara girince, Tiyatro eğitimimle birlikte profesyonel oyunculuk hayatıma başladım. İstanbul’a geldim. Dizilerde, reklamlarda, tiyatrolarda oynadım. Sadece oyunculuk mesleğimi yapmak için uğraşırken; birçok şey yaptım ve birçok şeyi öğrenmek zorunda kaldım.  Senaryo yazarlığı, proje tasarımları, oyuncu koçluğu, videolar, bestecilik, söz yazarlığı vs…  Aklıma gelmeyen şeyler de var. Ne yazık ki birçok şeyden anlıyorum, kurgu- montajdan bile. Bu çok iyi bir şey değil bana göre. Çok açık konuşayım bu kısımları söylemek beni biraz utandırıyor. Kendimi övüyor gibi geliyor. O yüzden işin Yeşim Uludağ kısmı kısaca budur. Detaylar zaten kitabımda yazılı. Birçok şey yapmanın ya da bilmenin pek önemli olduğunu düşünmüyorum. Okuma yazmam da olmayabilirdi. Fakat bu dünyanın biraz kurallarına uymak için en azından bunlar şimdilik yeterlidir diye düşünüyorum. Ama Yeşim kimdir dersen; sosyal medyada çizdiğim imajım biraz rahat,  goy goy olsa da; benim de bir gerçek tarafım bir de hologramım var sanırım.:) Yeşim, işin şekilleri ile uğraşanlar için yani sadece ‘dış’a bakanlar için; bir ‘Fabrika Hatası’, ’Çok güzelsin, fazla kafanı yorma bunlar için.’  ha bir de ‘Kimsin sen, neyine güveniyorsun?’ dur diyebiliriz. Bu sözler genel bir veri toplamasıdır:) Fakat işi ‘insan’ ile olanların, görünenin ötesiyle ilgilenenlerin, benimle ilgili tanımlaması çok daha farklı ve güzel  olabiliyor. Aslında ‘hiç’ olmak için uğraşırken, ‘hep’ olmak zorunda kalmış, kalıplaşmaya, kategorileşmeye, şekillere karşı biridir ve aynı zamanda karşısındakine hep ‘ayna’ olarak ne görüyorsa onu yansıtan biridir diyebilirim.

Samet Tosun: Peki kitap nasıl ortaya çıktı, bir hikayesi var mı? Anlatmak ister misin?

Yeşim Uludağ: Kitabın çok hikayesi var aslında. Kitap çıkana kadar, öncelikle bazı meslektaşlarıma okuttum. Okuttuklarımdan eleştiri ve başka bir göz olmalarını istedim. Tezimi çürütmelerini istedim. Açık yakalamalarını istedim. Okuduktan sonra yarısı benimle konuşmadı, iletişimini kesti. Birçok insanı kaybettim ya da onlar kaybetti bilmiyorum. Tabi ki destekleyen meslektaşlarım da oldu ve hala da var. Evet ‘bu olursa devrim olacak’ diyorlar. Sonra kitaplaştırmam gerektiği fikri geldi. Çünkü ortada yeni bir fikri iddia ve eser vardı. Notere onaylatmaktansa, hem öğrenciler ve tiyatro camiasına da katkısı olur diye düşündüm. Derdim, fikrimi ve eserimi aslında tescilletmekti. Projemin çok pahalı bir bütçesi olduğu için destek ve fonlar için başvurularda bulunurken de, elimde bilgisayar çıktısı ile gitmek istemedim. Bir yayınevine gittim. Sanattan ya da tiyatrodan çok anladığını düşünen biri, okumadan sadece ‘dini’ diyip ve sadece bir sayfasına bakıp ‘çağdışı oyun’ dedi. Şoka girdim. Sanırım Türk tiyatrosu o yüzden böyle dedim. Bunun benimle ilgili değil, tiyatromuzla ile ilgili bir mesele olduğunu anlattım. Üstüne parasını vermeyi de kabul edince, tabiî ki birden değişimler oldu. Paranın kendini bırak sözü bile ne kadar geçerliymiş. O kişi adına utandım. Fakat, bu defa de ben oradan çıksın istemedim. Kimya’yı emanet edeceğim yer önemliydi.  Daha birçok görüşmelerden de, genel olarak devreye egoların, önyargıların girdiğini görünce dedim ki; projenin ruhu zaten kalıpları, önyargıları yıkmak. Tıpkı Şems gibi. Birçok kişiyle görüştüm. Kafamı bir türlü anlamıyorlardı. İnsanlar ve Türk tiyatrosu için bir şey yaptığımı da. Daha doğrusu inanmak istemediler bir de ‘bizden bir şey olmaz’ kafası her yerlerine yerleşmiş. Umutsuzluk da öyle.  Bak bu dediğim insanlar öyle ‘cahil’ dedikleri değil, okumuş, kendini ‘aydın’ diye tanımlayanlardır. Derken demek ki dedim ki işin kimyasını buradan bozmaya başlamak gerekiyor. Bilinenin aksini yapmak birçok yeteneğe umut da olacaktı. Çok moralim bozulmuştu. Bu arada hakikaten çok ağladım, çöktüm. Zaman geçiyordu. Bir de oyalayanlar vardı. Hani böyle rüyada koşmak isterseniz de koşamazsınız ya hah aynen öyleydim. Sonra karşıma birden Elpis Yayınları çıktı. Elpis yunan mitolojisinde umut tanrıçasıdır. Evet bu bir işaret olmalı dedim. Oraya mail attım. Sonra bana 27 mart dünya tiyatrolar gününde olumlu cevap geldi. En güzel tiyatro günüydü benim için. Onlar da ilk kez bir tiyatro kitabı çıkaracaktı ve heyecanlılardı. Hemen çalışmalara başladık. Kapak tasarımını yaptık. Sevgili editörümüz Gizem, duygularını yazdı. Arka kapakta bu yazı olmalı dedim. İlk kapağı sosyal medya hesabımda paylaştıktan sonra, orada bir kız figürü vardı. Tam basıma geçecekken, bir yazarın daha önceden kitabında kullandığı bilgisi geldi. Yasal olarak telifi ödenmiş bir görsel basılabilirdi. Fakat onun da hayallerle yazdığı emeğine saygısızlık olmasın diye yayıneviyle ortak kararımız yeni kapak yapalım dedik. Ayrıca ben kapağın bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum. 😊 Hani ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Sürekli bir şey çıkıyordu. Sonra dedim ki biz figürü kaldıralım eski hali boş dursun, yazının kimyası bozuk olsun. Kapağa, şekle, surete bakıp önyargılı olanlarla ilgili bir iş değil bu, içerik önemliydi çünkü. Sonunda öyle ya da böyle çıktı. Projenin kitaplaşması henüz işin çok küçük bir bölümüydü ve sonra dedim ki: Yeşim hazırlan, kim bilir daha neler olacak? 😊

Samet Tosun: Yani bir kitaptan aslında çok daha fazlası olduğu zaten belli. Mesela araştırmalarımız sonucu ‘holografik tiyatro’ tanımlamasını ilk siz kullanmışsınız. Anladığımız kadarıyla bunun anahtarı sizde. Nedir holografik tiyatro? Daha önce yapılmış mıdır?

Yeşim Uludağ: Hah işte asıl meseleye geldik. Kitabı okuyabilenler detayları ile öğrenecekler zaten. Fakat imkanı olmayanlar için ve yazarlarımızın da yeni eserler yazması için biraz anlatayım. Holografik tiyatro, tiyatronun ana unsurları korunarak, çağın imkanlarından olan ‘hologram’ın tiyatroya yazılı oyun metni şartıyla uyarlanmasıdır. Tanımlamam budur. Bu benim için yeni nesil bir tiyatro anlayışıdır. Tiyatro oyununda, hologram sadece görsel veya rejisel olarak kullanıldığında ‘holografik tiyatro’ kategorisine girmeyecek. Tiyatro oyun metninin içinde; hologramın ‘olmazsa olmaz’ unsuru olarak kullanılması yani konu itibariyle muhakkak hologram ile alakalı olması gerekir. Yani hologram, eklenmek için eklenmeyecek. Oyun metni içinde en az bir karakterin veya olay örgüsündeki sahnelerin- oyunun olmazsa olmazı olarak- hologram ile zorlama olmadan anlatılması gerekiyor. Dolayısıyla derdim bir şeyleri yıkmak değil tiyatroyu vazgeçilmez hale getirmek olduğu için, önceden yazılan veya  klasik tiyatro  oyunlarını sahnelerken, hologramı sadece sahne tasarımı olarak ekleyerek; ’holografik tiyatro’ anlayışı benimsenmiş olmayacak. Kategorileştirmek değil niyetim ama, her hologram kullanılan tiyatro oyununa ‘holografik tiyatro’ denilmeyecektir. Holografik tiyatroda hologram sistemi, sadece görsel bir tasarım unsuru değil, kaynağında yani yazılı eserde zaten hologram öğesi barındırmalıdır. Yani yeni eserler yazılmalıdır. Detaylı halini ‘’Holografik Tiyatroda Yazar’’ ‘’Holografik Tiyatroda Yönetmen(ler)’’ ‘’Holografik Tiyatroda Oyuncu’’ başlıkları ile yazdım.

Daha önce ise; dünyada da sadece hologram görsel olarak kullanılmış. Sanatçının ölümsüzlüğünü hissedebileceğimiz, konserler yapıldı. Hologram kullanan tiyatrolar da var. Fakat kimse bunun için bir şey yazıp, belli bir temellendirme yapmamış. Adına ‘hologram tiyatro’ diyenler de var. Evet bildiğimiz kadarıyla hece farkı da olsa anlamı farklı olan ve temeli olan ‘’holografik tiyatro’’ ismini ilk bendeniz kullanıyor. Zaten daha önce olsaydı özentilikle her yerde paylaşılıp gurur duyulurdu. Bizden çıkınca ortalığa sessizlik hakim oluyor. 😊  Bir senin mi aklına geldi? Sen kimsin ki? Mevzuları da var tabi ki😊 Tarihte fikirler ve sanat eserleri;  hep bir ihtiyaçtan çıktıysa, acıdan, aşktan, dinlerden, inanışlardan çıktıysa bunu yaşamayanların zaten anlamasını beklemiyorum. Bir de her şeyi yeniden keşfettiğimizi pek sanmayalım. Eskiden her şey, alimler tarafından tasvir edilmiş, anlatılmış.Kutsal kitaplarda da var. Sözcükler farklı olabilir fakat anlam aynıdır. Mesnevi’de Mevlana dikkatli okunursa kuantumu bile tanımlamış. Şekilleri geçip, özü görebildiğimiz zaman; çok özenilen filozofların, bilim adamlarının, sanatçıların aslında nerelerden kaynak aldıkları çok belli. Zaten bizim olanları biz söyleyince neden kompleks oluyor anlamıyorum. Her şeyin dönemine ve çağına uygun anlatılması hatta çağını aşması gerekiyor. Bunu da zaten kalabalıklar yapmaz. Az sayıda insanlar yapar, sonra anlaşılır.

Samet Tosun: Elimizdeki Kimya kitabı, bu durumda holografik tiyatro tezinin kurallarını ve bu tezi destekleyen örnek bir eseri yani Kimya’yı barındırıyor. Bu çok önemli hatta bizce de devrim bile diyebiliriz. Sence ülkemizde sanata verilen değeri göz önünde bulundurduğunda, Kimya’ya yani holografik tiyatroya destek verilecek mi? 

Yeşim Uludağ: Önce, Mevlana’nın dediği gibi; elimde olmayanlardan değil elimde olanlardan bahsedeyim. Güzelliklerden. Mesela; Tiyatro Gazetesinde, ‘Yeni Nesil Tiyatro- Holografik Tiyatro ve Maceraları’ diye bir bölüm yazmaya başladım. İlk yazım temmuz ayında ve 100. sayılarında çıkacak. Orada bir anı gibi resmen çetele tutacağım. Kimler ne destek verdi, nerelere gittim, tepkiler ne oldu? Nasıl bir mücadele içindeyim? Hepsini yazmak istedim. Daha doğrusu kayıt altına girmesi için Tiyatro Gazetesi emekçilerine rica ettim ve onlar da sevgiyle karşıladılar. Buradan hem Tiyatro Gazetesinin 100. Sayısını tebrik edip hem de teşekkürlerimi tekrar belirtmek isterim. Aslında işin magazin ya da dedikodu kısmı gazetede olacak. 😊 Takip etsinler. Destek verenler ya da vermeyenler herkesin gözü önünde olsun istedim. Bir de yorucu bir süreç olacağının zaten farkındayım, orada bu oyunu çıkarma sürecimdeki tüm gelişmeleri yazmak beni disipline edecek diye düşündüm. Yazarlarımıza çağrı yapmak için de istedim. Bahsettiğin sanata verilen değer çok geniş bir konu. Fakat sanata verilen değere gelene kadar önce sanatçılar ne yapıyor? Değer verilmemesinin nedeni nedir? Sanatçılar orijinal ne üretiyorlar diye toplumun hesap sorması lazım. Şimdi daha da daraltayım konuyu tiyatroya gelelim. Bizim yerel oyunlar yazıp toplumun anlayacağı, sevebileceği şeyler yapmamız lazım. Seyirci ve insan ayrımı yapmadan hatta şehir ayrımı yapmadan olmalı bu. Bazı sanatçı büyüklerimden özür dilerim ama, ben birçok şeyden rahatsızım. Rahatsız olduğum için bunun dışavurumu, Kimya ve ‘holografik tiyatro’ oldu. Yabancı oyunları çevirip oynamaktan başka Türk tiyatrosu adına güzel ya da çirkin, doğru veya yanlış bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Yeni bir cümlem var yani. Fakat artık yeni cümlelerimiz çoğalsın istiyorum. Bunun için de ‘holografik tiyatro’ hepimiz adına, dünya platformunda ilk kez Türk tiyatrosunun bir sözü olması adına da belki de bir vesile olacaktır. Bu benim değil çünkü hepimizindir. Holografik tiyatro, Türk tiyatrosunundur. Diğer taraftan da pahalı bir teknolojidir. İşte ne kadar çok eser yazılıp, yayılması için çabalarsak, o kadar normalleşecek ve ihtiyaç haline gelecektir.Diğer taraftan destek verilmesi-yalan söylemek istemem- herkesin niyetine kalmış bir durum. Ben kendime değil, tiyatroya hayran toplamak istiyorum. Ülkemiz için gerçekten bir şey yapmaya çalışıyorum. Bu aşamaya kadar zaten tek başıma bir şekilde geldim. Bundan sonra da bazı şeylere gücüm yetmiyor. Para gibi mesela.  Bu kısmı hiç düşünmemiştim. 😊  Bunun içinde gerekli yerlere başvurularda bulunuyorum. Her yeri herkesi seferber etmeye çalışıyorum. Deli diyorlar, olsun artık olan oldu. 😊 Güzel diğer destekleri gazetede yazacağım. Sürpriz olsun. Şu ana kadar ki destekler iyi gibi. Olumsuzları pek konuşmayalım bence. Kimseden de benim kadar inanmasını zaten beklemiyorum. Oyunu sahneleyebilirsem öyle daha iyi anlaşılacağım. Destek konusunda yine de söyleyeyim; Holografik tiyatroya, Kimya’ya her türlü güzel desteklerinizi bekliyorum. Çünkü bu bir tek benim değil hepimizin.

Samet Tosun: Sanat tarihinde Tiyatro akımları ve bu akımların öncüleri Türk tiyatrosunu da etkilemiştir, hala da etkiliyor. Sana da holografik tiyatro akımının öncüsü diyebilir miyiz ve sen Türk tiyatrosunda yeni bir devir başlatabilecek misiniz?

Yeşim Uludağ: Holografik tiyatro bir akım mı değil mi bunu tarihsel süreç belirleyecek. Çok büyük laflar etmek istemem. Yeni nesil tiyatro anlayışım ve fikrim dedim evet. Hatta şu an alternatif de diyebiliriz. Fakat bir önceki soruda bahsettiğin gibi desteklere bağlı. Kişisel bir fantezim değil belki de öyle kalacak bilmiyorum. İşte burada gerçekten desteğe benim değil, tiyatromuzun ihtiyacı var. Tekrar söylüyorum: Olay ben değilim, biziz. Tiyatromuz. Dediğin gibi akım olması için de zaten bunun yayılması gerekir. Benimsenmesi gerekir. Tek başıma bir yere kadar, en fazla oyunu oynayarak yapabilirim. Fakat yeni eserler yazılması gerekiyor ki , bunu daha da resmileştirelim. Önemli bir çağrı yapayım; başta ülkemiz yazarları olmak üzere tüm dünya yazarlarının ‘holografik tiyatro’ya yeni eserler kazandırmasını temenni ediyorum. Belki o zaman akım olur holografik tiyatro. Acayip şeyler yazılabilir. Mesela bir korku- gerilim oyunu, çocuk oyunları daha neler neler yazılır. Seyircinin yaşayacağı güzelliği zaten anlatamam. Ya ben çok heyecanlıyım. Kimya sadece bir örnek ve temsili olacak. Eğer güneş ilk buradan doğmazsa, yani biz, bizim olanı sahiplenmezsek, dünyayı aydınlatamayız. Bu devir başlatmak mevzusu da tartışmaya açık olabilir. Devri ben değil bizim başlatmamız için çabalıyorum. Biz yapamazsak silinip gidecek. Ben sadece oyunumu sahneleyeceğim ve bir tane müzelik örnek olarak kalacak. Türk tiyatrosunda yeni bir devir başlatabilir miyiz bilmiyorum hepimiz göreceğiz fakat kendimde yeni bir devir çoktan başladı.

Samet Tosun: İlk Holografik Tiyatro Kimya’yı kitaplaştırdığın için ve bir ilk olduğu için soruyorum. Diğer dillere muhakkak çevrilmesi gerekiyor, bunun için bir çalışmanız var mı?

Yeşim Uludağ: Evet bunu ilk günden beri düşünüyorum. Elpis emekçileri ile de öyle bir çalışmamız ilerleyen zamanda olacak. Her şeye şu sıralar yetişemiyorum. Hem oyunu sahnelemek için görüşmelerdeyim, sponsor arıyorum, başvurular yapıyorum. Sahne olarak düşündüğüm, yani ilk holografik tiyatro sahnesini kurmak için mücadele veriyorum. Çünkü başlangıç için sürekli sahne değiştirmek ağır gelebilir. Bir yerimiz olmalı. İstediğimiz zaman çıkıp oynayabileceğimiz. 😊 Ayrıca belki de yazılacak diğer holografik tiyatro eserlerine de ev sahipliği yapacak. Ya da yeni sahnelerin açılmasına belki de vesile olacak. Oyunu  yönetmesini istediğim yönetmenlerle görüşüyorum. Bir taraftan işte senin de vesilenle yazarlarımıza çağrılar yapıyorum. Her gün, her şeyin hallolmuş bir şekilde artık role hazırlandığımı, provalara başladığımı hayal ediyorum. Normalde sadece bunu yapmam gerekirken, yine her şeyle ilgileniyorum. Yalnız gerçekten arada olumsuzluklar olsa da, yorulmuyorum. Bunlar da zaten para için yapılacak işler değil. Ben sadece inandım, hayal ettim bunun için çalışıyorum.

Samet Tosun: Çok zor bir işin altına girmişsin. Türk tiyatrosu ve sanat adına, ülkemiz adına çok değerli bir iş yaptığının umarım farkına varılır. Biraz da Kimya’dan bahsetmek istiyorum. İlk holografik tiyatro eseri Kimya. Kim ya Kimya?

Yeşim Uludağ: Kimya aslında Kimya Hatun, Mevlana hazretlerinin manevi kızıdır. Şems ile evleniyor ve Şems’e çok aşık oluyor. Fakat Şems, onun tenine değil ama ruhuna dokunuyor. Aslında Şems Allah aşkı ile yanıp tutuşurken, Kimya da Şems’in aşkıyla yanıp tutuşuyor. Dört buçuk yıldır üzerinde çalışıyorum. Yeterli kaynaklar yok, Kimya ile ilgili genelde romanlar var. Birçok kaynak taramalarımda gördüm ki, bazı tutarsız bilgiler de var. Hatta iftiralar da var. Resmen kafayı yedim. Çok da fazla bilgi olmadığı için, Şems’e yoğunlaştım. Dolayısıyla Mevlana ve tasavvufa yoğunlaştım. Çünkü Kimya’nın Şems’e aşkı onu Şems’e benzetecekti. Şems’i  bilmeden Kimya’yı pek anlayamayız. Çok kısa şöyle söyleyeyim: Mevlana daha naifken, Şems daha asi ve sivri dilliymiş. Mevlana ‘öğretmenim’ der Şems için. Bu veliler çok önemli değerlerimizdir. Şems de öyle bir Allah aşkı var ki, tüm hayatını ‘bir lokma bir hırka’ felsefesiyle geçiriyor. Fakat yobaz değil. Son derece yenilikten yana. İnsanları din adı altında cehennemle korkutanların düzenini yıkmıştır Şems. Sahte hocalara karşı çıkmış, o yüzden de çok düşman toplamış. Bu söylediklerim zerre bile değil çok daha fazlası var. Şems’in bu yenilikçi özgün tavrı Kimya oyununa da yansımalıydı. Çağa uygun ve Şems gibi, kalıplara karşı, önyargıları yıkan bir tavır olmalıydı. Kimya Hatun da tarihi karakter sebebiyle bu Pirlerin dizlerinin dibinde ömrü geçiyor. Sonra aşk acısından hastalanıyor ve genç yaşta ne yazık ki ölüyor. Yetim bir kız. Mevlana onu çok güzel eğitiyor. Hatta ,’Kimya’ ismini de Mevlana koyuyor. Çok güzel isim değil mi? Mesnevi’de ‘kimya’ sözcüğünü çok kullanır Mevlana. Her şeyin bir kimyası vardır yani. Kimya, kimyaları bozmaya, değiştirmeye gelen  belki de daha fazlası bir kadındır. Aklın kimyasıyla da oynuyor. Bu yüzden sahnede aynı kişiden en az iki tane var. Kanlı canlı hem de. Hangisinin gerçek Kimya Hatun olduğunu bulan olursa bana da söylesin. Hayali bir kurgu yaptım. Kaynak yetersizliğinden dolayı, benim yarattığım Kimya; aklımızın kimyasıyla oynayan, dinine son derece bağlı bir kadının ne kadar da yenilikçi bir tavırla, anladığımız dilden konuşan ama Şems gibi de lafını esirgemeyen çok zeki bir kadın. Biz okurken veya izlerken hangi zamanda olduğumuzu bilmezken, Kimya hangi zamanda olduğumuzu biliyor. Ben de hikayedeki zamanı bilmiyorum bu arada. Yani ben bilmem Kimya bilir Kimya’yı. 😊 Kimya her şeyden önce bir insan ve o da hata yapıp, günah işleyebiliyor. Sonra bir kadın, onun da arzuları, yaşamak istedikleri olmuş ve yaşayamamış. İç hesaplaşması, çatışması olurken aslında topluma da bazen ayna oluyor. Hurafeleri savunurken bile, kendini çürüttüğü anlar oluyor. Her türlü sorgulamaları , dedikoduları yüzeye çıkarıp, bunu konuşmaktan da çekinmeyecek kadar cesur bir kadın Kimya.  Ezber bozuyor. Bazen bir kurban, bazen cellat oluyor. Bir başkaldırısı ve aşkı var. E tabi aşk var aşk var bir de. İçindeki putu aşk sanıp, diğer ‘aşk’ı mı unutuyor yoksa ‘aşk’ı keşfedip putlarını yıkabilecek mi? Yoksa hepimizi kandırıyor mu? Kısacası hangi zamanda olursa olsun; Kimya, bir umut projesidir. Kimya, umuttur. Kimya, bu dünyadan sıkılanlar için ayrı bir dünyadır ya da dünyanın ta kendisidir.

Samet Tosun: Neden Kimya Hatun? Kitapta anlatmışsın fakat yine de kısaca ilk çıkış noktasını ve seni neden etkilediğini kısaca anlatır mısın? 

Yeşim Uludağ: Her şeyin sebebi küçük bir kız çocuğu ve imkansız aşk yaşayan bize ait bir kadın hikayesi aradığımdandır.

Öncelikle şunu söyleyeyim. Tiyatroya başladığımdan beri çok fazla turne yaptım. Ülkemizin Doğu, Batı, Kuzey, Güney ayrımı yapmadan, köy, kasabalarına kadar hemen hemen her yerinde sahneye çıktım. Bu arada gayet işte entel dantel takılıyorum, yaptığımız işi çok kutsal sanıyorum işte sanatçıyız yani öyle düşün😊 (Şu an o hallerim aklıma gelince çok gülüyorum.) İnsan içindir diyorum fakat insanlardan ve insanlarımızdan haberim falan yok o kadar tutarlıyım. Ama nedir? Sahne kutsal. 😊 Kutsal her şey kutsal da biz kim için ne için yapıyoruz bu işi? Hani işimiz insanla ama insanlardan haberim yok. Tiyatro’nun da bazı kuralları olduğuna inanıyorum o zamanlar. Bilinçli seyirci de gördüm, ilginç seyirciler de gördüm. Sanattan tiyatrodan anlıyor gibi yapan seyirci de gördüm, anlamasa da o an zevk alıp bir daha geleni de gördüm. Neler neler gördüm. Daha fazlasını kitabımda ‘’Yeşimce- Yeni ve Yeni Cümle’’ bölümünde okuyup şaşırabilirler. Bunları söylemekteki sebebim seyircileri değil; kendimi suçlamamdır. Kesilen ahkamların aklıma gelmesidir. Yoksa şu kolay ‘toplum bizi anlamadı.’ Ya da ‘seyirci anlamadı.’ Topu seyirciye atmak kolay, hatta suçlamak da kolaydır. Hatta gamsız bir iştir. ‘’Ben sanatımı yapayım da- ki yapılan sanat mı o da tartışılır- beni ilgilendirmez. ‘’ Mantığı ile sanırım bu yüzden her şey hala aynı. Peki biz nerede bu işi yapıyoruz? Türkiye’de. Sanatın evrenselliği kimliksizlik demek değildir. Bir özgün tavrı ve tarzı vardır. Evrensellik adı altında biz, bize ait  olmaktan çıkıp, hiçbirimizin anlamadığı ama anlıyor gibi yaptığı işler yaptığımızı anladım. Düşünün ben bile anladım. 😊 Anadolu turnelerimden birinde; ‘kutsallığı’ ve ‘sözde kuralları’ yıkan küçük bir kız çocuğu gördüm. Sahneye gelip bana dokundu. Oyun esnasında düşün. Şaşkındı. Bir de beni düşün, içimden diyorum ki ‘bu nasıl organizasyon?’ Nasıl güzel ‘sanatçı’ kafalarındayım değil mi bak? 😊 Bu arada oyunda tek kadın oyuncuyum. Hepsi erkek hani baya ana kraliçe modundayım. Oyun bitti çıkışa o kız çocuğu geldi. Hayatımın olaylarından biridir. Şu an seninle sohbetimin bile belki de sebebidir. Önce sarıldı. Şaşkındı. Hayatında ilk kez tiyatroya gelmişti fakat yetişkin oyunuydu. Bir taraftan da babası benle görmesin diye saklanıyordu. Oynadığım rol de biraz gıcık bir roldü öyle söyleyeyim. Yani oyun ortasında ‘Allah belanı versin.’ Diye bağırıyorlardı. 😊 Çok büyük mutluluktu bunlar benim için. İnsanlarımız nasıl inanıyorlardı öyle bir insan olduğuma. Şimdi bir çocuğun sevmesi bu rolü çok ilginç geldi bana. Asıl ilginç gelen ne biliyor musun? Sahnede gelip bana dokunması ben gerçekten kadın mıyım diyeymiş. Çünkü o kız çocuğuna öğretilen şey, kadınların şeytan olduğuydu. Kadın hiçbir şey yapamazdı. Her şey kadına günahtı. Babası evden çıkarmıyordu, bir tek o oyun için(konusu itibariyle) çıkarmış. O da sahnede bir kadın görüyor hem de dolu erkekle. Bana: ‘Sen tek kız mısın?’ diye sorduğunda, evet dedim sonra şaşırıp; ‘bu kadar erkekle mi’ diye sorduğunda da ben de buna şaşırmıştım. 😊 Ona sadece şunu diyebildim. ‘Kızlar her şeyi yapar, bunu sakın unutma. ‘’ sadece bu cevabı verebildim. Yarım kaldı cevabım. Diyemedim ki ‘kızlar sahneye çıkabiliyor.’ Bak bak şimdi ne kadar da sanatta ve sanatçı bir insanmışım ki, daha işimizi sergilediğimiz insanlar ‘Kadınların sahneye çıktığını’ bilmiyor. Biz ne yapamamış ya da ne yapmışız da durum böyle dedim. Haksızlık bu dedim. Sadece belli kişilerle, belli yerlerde bu işi yaparak ‘ben sanatçıyım’  demekle bir de üstüne dolu ahkam keserek hatta sanatın kaderini belirlediğini sanarak olmadığını anladım. Düşünün ben bile anladım. 😊 Herkesin hakkıdır tiyatro izlemek. Sonra anladım ki insanlarımız her tarz oyuna gitmiyor. Kadınlar için özellikle evden çıkarılmayan kadınlar, kız çocukları için olsun istedim. Evden çıkarılmalarına izin verilen bir konu olmalıydı bu. İşte orada biraz sosyoloji bilgilerimi devreye sokup analizler yaptım. Toplumumuzun değerleriyle ilgili ama değerleriyle oynamadan, onların dikkatini çekecek ‘bize ait’, propaganda kokmayan, evrensel değerleri de taşıyan bir kadın oyunu oynamak istedim. Kimya’yı buldum. Yazar aradım. Ben sadece oynamak istemiştim. 😊 Sonra yazdım. Son iki buçuk yıl da, hologram ile mi olması gerekir yoksa hologramsız mı olması konusunda içimde çok savaş verdim. Sonunda tasavvuftaki ‘ayna’ metaforundan dolayı ve daha bir çok anlamından dolayı, kesinlikle böyle bir oyun olmalı dedim seyircimizin hem görsel olarak tiyatroyu sevmesini sağlayacak hem de içerik olarak zaten hologramın çok büyük bir anlamı olacaktı. Derken yeni bir tiyatro fikri de çıktı. Araştırdım yok. Nelere vesile oldu o kız çocuğu.  O çocuğa cevap verebilmek için, var olan düzende de bulunmadım. Yeni bir cümlem olduğunda konuşacaktım. O saate kadar yapılan her iş bana göre boştu. İşte oyalanmacaydı. Bunu kendime dert edinmem de ilginçti. Ben de anlamadım sadece inandım. İnsanlar için sorumluluk hissettim. İşimi kim için ve kime yapacaktım? Sonra bazı meslektaşlarıma da söyledim. Yeni ne yapıyoruz biz? Bu insanlar için ne yapıyoruz? Dedikçe daha da sevildim. (!) 😊 Sanatın artık lüks olduğuna inanmıyordum. Biz kimiz ki insanlara aramıza ‘lüks’ adı altında engel koyalım? Özentilikten de sıkılmıştım. O kız çocuğu, kadınların her şeyi yapabildiğini görsün diye başladım. Holografik tiyatro fikrini yaratma sürecimde de, sebeplerimdendir. Kitabı alıp okuyamayabilir ama belki burayı okursa ona cevabımın yarım kalan kısmını söylemek istiyorum:

Kızlar her şeyi yapar bunu sakın unutma. Kızlar sahneye de çıkar. Hatta sahneye çıkan aynı kızdan bir tane de olur, yüz tane de olur. Düşün sahnedeki kız, bu kadar çok olurken, kim bilir senden kaç tane daha sen çıkar?

Samet Tosun: Kitapta yine bir ilk midir bilmiyorum fakat “Kimya’nın Kimyası” diye oyun bittikten sonra oyunun yedi katmanlı bir hikaye bölümü ve oyundan çıkardığın bölümler de var. Gerçek hikaye aslında hangisi? Çok etkileyici. Oyunu izleyecek seyircilerin gerçekten bilemeyeceği sırlar bunlar. Sana oradan okuyucu olarak bir soru soracağım daha doğrusu yazdığın gibi sana bir seçimimi söylemek istiyorum. Robotik dış ses kim? Bence hepsi sizsiniz. Yeni iddiası olan varsa kitabı okusun kapışalım.  😊

Yeşim Uludağ: Kimya’nın bir sözü var öyle söyleyeyim: ‘Bu da bir olasılık.’ Oyunun bilim-kurgu tarafı olduğu için, dramaturji çalışması tamamıyla okuyucunun seçimlerine bağlı. Kesin bir doğru yok. Yedi katmanlı dramaturji çalışmasını bilmiyorum ilk midir fakat oyunu sahneleyebilirsem, seyircinin bilemeyeceği sırlar için ve okuyanlar için de hem eğlenceli olsun hem de akıllarının kimyasıyla oynamak için yazdığım bir çalışma. Tercih onlara kalmış. Bir de oyun hala devam ediyor olabilir. 😊 Her çağdaki anlamı değişebilir. 300 yıl sonra farklı yorumlanabilir. Yaşayan, hareketli, durmayan bir kafa var içinde.

Samet Tosun: Okurken daha “ilk sıralardan izliyormuş hissi’’ne gerçekten kapılıyor insan. Kimya’yı izlersek çıldıracağımıza inanıyorum. Bizi ne zaman çıldırtacaksın?

Yeşim Uludağ: Ben şimdiden çıldırmak üzereyim. Her anlamda. Net bir şey söyleyemiyorum. Her şeyin paraya bağlı olduğunu da söylemek istemiyorum. Fakat önümüzdeki sezona yetişmesi için mücadele veriyorum. Kısacası ne zaman çıldırmamız gerekiyorsa o zaman çıldıracağız.

Samet Tosun: Senin derdin ne? Diyorlardır muhakkak. Ben de sorayım, senin derdin ne? 

Yeşim Uludağ: Evet bu tarz şeyler söylüyorlar çevremdekiler. Cevap verince de inanmıyorlar. İnsanların yürekten bir şey yaptıklarını, hesapsız kitapsız gidenleri görmeye tahammülleri yok. Dertsiz sanıyorlar. Derdim ve olumsuzluklar çok. Fakat sürekli onlara yoğunlaşarak bir şey olmadığını gördüm. Diğer taraf daha zevkli. Güzel dertlerim var. Derdim, söyledim bir daha söyleyeyim: (bu konuyla alakalı olarak); derdim kendime değil, tiyatroya hayran toplamaktır.

Samet Tosun: Son olarak da; Kimya’ya yatırımcı olacaklar aslında Türkiye’ye yatırım yapacaklar. Şu an yorucu bir süreçtesin, biz de senin çağrını duyurmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. İnşallah Kimya’nın  oyun tarihlerini de duyurduğumuz ve seninle bir de öyle sohbet ettiğimiz günler de gelecektir. Teşekkür ederiz. 

Yeşim Uludağ: Yaratıcı sorular için ben de teşekkür ederim, daha güzel yarınlarda görüşmek üzere:)

 

Samet Tosun

samettsn@yahoo.com

Sibel Değirmenci Röportajı

Samet Tosun: Merhabalar Sibel Hanım, öncelikle bizleri kırmadığınız için çok teşekkür ederiz. Bize biraz kendinizden bahseder misin? Sibel Değirmenci kimdir?

Sibel Değirmenci: Merhabalar. Tabi ki. Sibel Değirmenci altı yaşından beri öğretmen olmak isteyen ve şu anda da hayalindeki mesleği yapan biri. Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği mezunuyum ve sekiz yıldır da kışları öğretmenlik yapıp yazları geziyorum. Anlayacağınız, yaz kış sevdiğim şeyleri yapıyorum. Sevdiğim şeylerle uğraştığım için de mutlu ve huzurlu bir hayatım var. Elimden geldiğince de bu mutluluğu çevremdekilere bulaştırıyorum.

Samet Tosun: Peki yazma ve okurluk maceran nasıl başladı ?

Sibel Değirmenci: Ortaokuldayken Harry Potter serisiyle tanışmamla başladı. Hatta şimdilerde tekrar popüler olduğu için çok mutluyum. Harry Potter okuyan çocukları gördükçe çocukluğuma dönüyorum. Bence herkes kitap okumayı sevebilir, sorun seveceği tarzı bulamaması. Macera, fantastik, romantik, klasikler, kişisel gelişim vb. türlerden hangisinin kendine uygun olduğunu deneyerek bulmalı insan, sonrasında bir bakmışsın kitapsız yaşayamıyorsun. Yazmaya ise yine ortaokuldaki bir dönem ödevimle başladım. Deprem konulu bir hikaye yazmıştım, kitap kapağına kendim resim çizip boyamıştım. O kitap benim yazdığım ilk kitaptı. Çok sonra edebiyat öğretmeni olunca peşine düştüm kitabın, acaba bulur muyum diye. Çok da yaklaşmıştım ama bulamadım. Sonrasında da aşk acıları tetikliyor yazmasını insanın. Karşındakine söyleyemediklerini kendi kendine yazarak hafifliyorsun. İyi de geliyor, tavsiye ederim.  Son olarak “Gittim Gezdim Gördüm” adlı kitapta seyahatlerimi anlattığım bir yazım yayımlandı. İlk basılmış eserim de bu oldu.

Samet Tosun: Yazarak dünyanın değişebileceğini düşünüyor musun?

Sibel Değirmenci: Yazarak dünyanın değişebileceğini kesinlikle düşünüyorum. Şunu hep söylerler: “Herkes kendi kapısının önünü temizlese tüm mahalle tertemiz olurdu.” İşte yazmak da kişinin kendine dönüp içindeki yanlışları, kırıkları, tecrübeleri fark etmesine yarıyor. Yazdıkça herkes kendi karanlığını temizlese, herkes kendini geliştirse tüm dünya kötülükten arınmış, üreten ve farkındalığı yüksek insanlardan oluşur, güzel de olur. Bir de yazmanın şöyle bir artısı var: İyi ki Victor Hugo, Shakespeare, Osho, Marcel Proust, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Khaled Hosseini yazmış, onların yazdıklarıyla kendimize yeni bakış açıları, yeni hayatlar katmamız böylece mümkün oluyor. Mesela ben Tanrılar Okulu’nu, Milena’ya Mektuplar’ı, Aşk’ı, Çalıkuşu’nu okumasam eksik kalırdım, bugünkü “ben” olamazdım. Her tecrübeyi kendimizin yaşayamasına imkan tanımayan kısa bir hayatımız var, öyleyse neden başkalarının yazdıklarıyla bu tecrübeleri kazanmayalım ki. Yazarak kendi dünyamızı da başkalarının dünyalarını da değiştirmemiz mümkün.

Samet Tosun: İlk olarak ne zaman seyahat etmeye başladın? Ve bu sizde nasıl bir tutku haline dönüştü ?

Sibel Değirmenci: İlk seyahatlerim ailemle oldu. Annem, babam, kardeşim ve ben her yaz arabamızla bir şehre giderdik. Türkiye’deki birçok şehri ilk böyle gördüm. Bence tüm iyi ya da kötü alışkanlıklarımız çocuklukta ediniliyor. İçimize bir yere yerleşiyor ve gizleniyor. Sonrasında fırsatını bulduğun anda bir bakıyorsun ki kendini sürekli seyahat ederken ya da başka bir alışkanlığın içinde bulmuşsun. Tutkuya dönüşmesinde yaşadığım bir kayıp etkili oldu. Çok sevdiğim bir insanı ve bir hayatı kaybedince kendime sıfırdan bir hayat kurmak zorunda kaldım. Bu hayatı da hep sevdiğim şeylerden oluşturdum: Bir tutam öğretmenlik, bir tutam sevgi, bir tutam kitap, bir tutam dans, iki tutam seyahat.

Samet Tosun: Seyahatlerin esnasında yaşadığın ilginç anıların var mı? Varsa anlatmak ister misin ?

Sibel Değirmenci: Seyahate genelde kardeşimle çıkarım. 28 yıldır en yakın arkadaşım o olduğundan onunla gittiğimiz sıradan günübirlik gezilerimiz bile bir anda maceraya dönüşüveriyor ve biz kendimizi kahkahalarla yerlere yatarken bulabiliyoruz. Gezerken yaşadığım o kadar çok ilginç olay oldu ki: Venedik’te kaybolmamız, Roma’da yol sorduğumuz hanımefendinin bizi sorduğumuz yere kadar götürmesi, Budapeşte’nin nehirle bölünerek bir tarafın Buda diğer tarafın Peşte olduğunu öğrendiğimdeki aydınlanmam J Kötü bir olay gelmedi başıma şükür, genel olarak komik şeyler yaşadım.

Samet Tosun: Gittiğin ülkelerde dünyanın Türklere bakış açısı nasıl ? Bu konudaki gözlemlerin neler ?

Sibel Değirmenci: Gittiğim yerlerde Türkleri seviyorlardı. Genelde ilk söyledikleri yazın ülkemize geldikleri oluyor. İstanbul’u, Kapadokya’yı, Antalya’yı sevdiklerini söylüyorlar. Ülkemiz öylesine güzel ki, zaten Avrupa’da böylesine çeşitlilik bulunmadığından ülkemizin doğal ve tarihi zenginliği yabancıların da ilgisini çekiyor.

Samet Tosun: İtalya senin için ne ifade ediyor ?

Sibel Değirmenci: Aşk. J İtalya’ya iki kere gittim ve daha birkaç kez giderim diye düşünüyorum. İtalya ve diğerleri diye ikiye ayrılıyor bende ülkeler. Güleceksiniz biliyorum ama ben bundan önceki hayatımın İtalya ile bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum, İtalya’ya ne zaman gitsem memleketime gelmişim gibi huzur buluyorum.(Bu hissi bir de Topkapı Sarayı’na girince yaşıyorum.) Kolumda da İtalyanca bir dövme var. Görmeyi istediğim başka ülkeler ve başka kültürler var şu aralar listemde; ama liste bitince tekrar İtalya’da kendimi bulacağımdan eminim. Roma’daki Aşk Çeşmesi’ne bu kez daha büyük miktarda para atarak daha büyük bir dilek tutacağım.

Samet Tosun: Biraz hayat felsefenden bahsedelim, Ne dersin ?

Sibel Değirmenci: Albert Einstein’in çok sevdiğim bir sözü var: “Hayat iki şekilde yaşanır:Ya hiç mucize yokmuş gibi ya da her şey birer mucizeymiş gibi.” Her nefesimiz mucize, aynı zamanda her ne yaşıyorsak da onu biz çağırıyoruz, bir şeyi çok istiyoruz ve gerçekleşiyor ya da bir şeyin başımıza gelmesinden çok korkuyoruz, böylece o olay başımıza geliyor.

Hayatımızı kendimizin şekillendirdiğinin yeni yeni farkına varıyorum. İnsan potansiyelini, dibe vurmadan fark edemiyor. Kendini geliştirmiş, farkındalıklı ve mutlu insanlara bir bakın; hepsinin hayatlarında mutlaka çok kötü en az bir olay yaşadıklarını ve çok acı çektiklerini görürsünüz. Acı çektiğim zamanları çok net hatırlıyorum, saniyeler geçmeyecek kadar uzunmuş gibi geliyordu. “Kaybedeceğim hiçbir şey kalmadı, tamam bitti artık her şey.” dediğim anda daha da dibe inemeyeceğimden insan zamanla yükselmeye başlıyor. Yani tüm olay tam her şey bitti dediğiniz anda gerçekleşiyor. İki seçeneğiniz var o anda: Kurban psikolojisiyle “Her şey benim başıma geliyor, hayat çok kötü.” diyerek kendinize hayatı zehir etmek ya da “Bunları yaşadım ama şimdi yepyeni bir hayata başlayabilirim.” diyerek güçlenip bu durumu atlatmak. Ben ikincisini seçtim. Ve o andan itibaren hayaller kurdum ve hepsini gerçekleştirdim.

Bugünlerde herkes bana nasıl bu kadar mutlu ve enerjik olduğumu soruyor. Her günün bana yeni mucizeler getireceğini bilerek uyanıyorum, pozitif cümleler ve pozitif insanlarla hayatımı sürdürüyorum, sağlıklı besleniyorum ki bu çok önemli. Sağlıklı düşünceler sadece sağlıklı bir vücutta olur. Bir de bana iyi geldiğini düşündüğüm şeyleri yapmaya çalışıyorum. Sabah mutlu uyanmayan insanlarda ne eksik biliyor musunuz? İkigaileri yok- yani hayat gayeleri. Bu hayat başkalarının istekleriyle geçirilmeyecek kadar değerli; ama insanlar kendileri bir durup düşünmediklerinden “Ben ne istiyorum? Ben nasıl bir hayat yaşamak istiyorum?” diye kendilerine sormadıklarından; başkalarının isteklerinin akışında sürükleniyorlar. Sürüklenmeyi bırakın hemen şimdi! Bir dala tutunun ve durun! Kendinize ne istediğinizi sorun, bedeninizin, zihninizin, kalbinizin ne istediğini sorun. Cevaba göre hayatınızı şekillendirin. Sonrasında her şey çok güzel oluyor.

Samet Tosun: Elinde bir imkan olsaydı, dünyaya nasıl bir mesaj vermek isterdin ?

Sibel Değirmenci: Bu evrende üç çeşit iş var: Tanrı’nın işi, başkalarının işi ve kendi işin. Herkes ya başkalarının işine burnunu sokuyor ya da ölüm, deprem gibi Tanrı işlerinin ardından şikayet edip söylenip duruyor. Kendi işinize bakın, çünkü sadece kendinizi değiştirebilirsiniz. Mutlu olacağınız hayaller kurun ve o hayallerin olacağına inanın. Yaşamızını düşüncelerimiz şekillendiriyor. Evren şöyle çalışıyor: “Aklından en çok geçirdiğin düşünceleri ben sana yaşatırım.” O yüzden aklınızdan neler geçirdiğinize dikkat edin. Güzel şeyler hayal edin ve olmuşcasına yaşamınızı şekillendirin. Sonrasında gerçekleştiğini göreceksiniz. Herkesin mutlu olduğu bir dünya için, herkesin kendini mutlu etmesi yeterli. Mutluluk bulaşıcıdır; siz mutlu olun, o başkalarına da bulaşacaktır. Bir de çevrenizde şifalanacağınız insanları bulundurun, toksik insanlarla asla zaman geçirmeyin.

Kitaplarla aran nasıl? En son hangi kitabı okudun?

Sibel Değirmenci: Kitapsız bir hayat düşünemiyorum. Edebiyat öğretmeni olmamdaki en büyük neden kitap okumayı çok seviyor oluşumdu. Öğrencilerimin de kitap okuma alışkanlığı kazanması için kitap okuma saatleri yapıyoruz, kitap önerileri paylaştığım bir instagram sayfam var. Kitap, imkanlarımızın kısıtlı olduğu ortamlardan bizi alıp bambaşka bir hayata götüren araç. Düşünsenize yurtta yaşayan bir öğrencisiniz, akşam 10’dan sonra gidebileceğiniz hiçbir yer yokken kitapla kendinizi bambaşka bir ülkede ya da bambaşka bir tarihte bulabiliyorsunuz. Bu yüzden seviyorum kitap okumayı. Şu anda Şiddetsiz İletişim adlı bir kişisel gelişim kitabını okuyorum, bitmek üzere. Tavsiye ederim.

Kahvenin günlük hayatındaki yeri hakkında neler söylemek istersin ?

Sibel Değirmenci: Kahve fincanı gün içinde hep elimde, tıpkı şimdi olduğu gibi. J Bir öğretmenseniz zaten ister istemez teneffüsleriniz kahvesiz geçmiyor. Özellikle sabah erken kalkıp sporumu ve kahvaltımı yapıyorum; ama ilk kahvemi okuldaki ilk teneffüste içiyorum. Günümün canlı ve enerjik geçmesini sağlıyor. Hafta sonları da eğer arkadaşlarımla plan yaptıysam kahve eşliğinde sohbet, yalnız kendime ayırdığım bir hafta sonuysa kahve eşliğinde kitap nasıl keyif ve huzur veriyor; nasıl enerji katıyor bana anlatamam.

Son olarak DS kültür sanat hakkında neler söylemek istersiniz ?

Sibel Değirmenci: Sanatla, kitapla ilgilenmek insanın gelişmişlik seviyesini gösteriyor her zaman. Tamam diyorsun bu insan hayatla savaşını bitirmiş, varoluş yolculuğunda “güzel”in peşine düşmüş. Her kültür, her sanat dalı bize farklı ve güzel şeyler katıyor, bizi olduğumuzdan daha üst seviyeye taşıyor. Ülkemizin bu alanda daha çok yolu var maalesef; ama sizinki gibi kültür sanat dergileri takip ederek, okuyarak, gezerek, görerek ülkemizin kültür seviyesinin artacağına inancım tam. Öyle bir nesil geliyor ki, doğru yönlendirilirlerse şahane şeyler yapacaklar.

Bu güzel ve bir o kadar keyifli sohbet için teşekkür ederiz. İnşallah daha güzel yerlerde görüşmek dileğiyle.

Sibel Değirmenci: Asıl ben teşekkür ederim. Uzun zamandır söylemek istediklerimi anlatabilme şansı bulabildiğim için çok mutlu oldum. Gerçekten çok keyifli bir sohbetti. Tekrar görüşmek üzere.

 

Samet Tosun

samettsn@yahoo.com

Bülent Özdemir Röportajı

SametTosun: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz ? Bülent Özdemir kimdir ?

Bülent Özdemir: Tabikide. 1972 İstanbul Beyoğlu doğumluyum. Bir mahalle esnafının oğluyum. 1996 da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldum. Askerliğimi Asteğmen olarak Ankara da tamamladım. Son olarak İstanbul Üniversitesi’nde İşletme Bölümü’nde Yüksek Lisansımı tamamladım. Dış ticaretle uğraşmaktayım ve Çocuklarım var.

Samet Tosun: İş dışında neler yapıyorsunuz ?

Bülent Özdemir: İki firmam ve 11 çalışanım var. İş, hayatımın oldukça büyük bir bölümünü kapsıyor. Çalışanlarıma, müşterilerime karşı olan sorumluluklarım ciddi anlamda yoruyor aslında. Ama yine de insan zamanla kendine vakit ayırmayı öğreniyor. Müze ve sanat galerilerine gidiyorum. Tiyatro ve sinema olmazsa olmaz. Ama belki de iş dışındaki en önemli uğraşım Ali Ural Hocam’ın yazarlık atölyelerinden Cuma Atölyesine devam etmek diyebilirim.

Samet Tosun: Yeni kitabınız ‘’Hiç ve Her Şey’’ hakkında neler söylemek istersiniz?

Bülent Özdemir: Üniversite yıllarında İranlı bir sosyolog olan Ali Şeriati’nin “İnsan” kitabını okumuştum. Orada insan hayatındaki iniş ve çıkışları kalp elektrosuna benzeten bir bölüm vardı. Şöyle diyordu Şeriati, “İnsan ruh ve çamur arasında sürekli gider gelir. Kalp elektrosundaki yukarı çıkan çizgi sizin ruha yakınlığınızı, yani manevi anlamdaki huzur ve mutluluğunuzu temsil ederken, aşağı inen çizgi çamurla olan bağınızı yani başarısızlıklarınızı, kötülüklerinizi egonuzu temsil eder. Ve bu çizgi hiç düz gitmez. Çünkü bu ölüm demektir. Ali Şeriati’ye atıfta bulunarak ben de şunu söyleyebilirim. Ruhunuza yöneldiğiniz yüceldiğiniz zaman “Hiç” olduğunuz zamansa, dünyaya, hayata ve içindeki her şeye yöneldiğiniz zaman da “Her Şey” olduğunuz zamandır. Kitabım Adem’den beri değişmeyen insanı anlatıyor efendim.

Samet Tosun: Peki eleştiriye açık bir yapınız var mı ?

Bülent Özdemir: Bir insan kendisini kandırıyorsa başka hiç kimseyi kandıramaz. Yok ama kendini kandırmıyorsa o zaman hemen herkesi kandırabilir. Ben eğer kendimi kandırsaydım bu kitap olmazdı.

Samet Tosun: Bu hayatta sizi heyecanlandıran şey nedir?

Bülent Özdemir: Bunun cevabını aslında kitabımda vermiştim. “Aslında ne çok heyecanı var hayatın…” diye başlayan mısrada. Ama insan belli bir yaşa gelince hiçbir şey den heyecan duymayacağını düşünüyor. Ve ne zaman böyle düşünsem heyecanlanacak bir şeyler oldu. Çocuklarım mesela. 45 yaşında 5. Çocuğumun doğumu gerçekten çok heyecan vericiydi. Artık heyecan verici bir şey olmaz derken Hiç ve Her Şey doğdu. “İçinde olmadığın bir dünyaya sahip olmak ya da bir kaderin yokken yaşamak istemek” sanırım doğru cevap bu.

Samet Tosun: Gelelim can alıcı konuya Aşk’a nasıl bakıyorsunuz? Aşk kelimesi sizin için ne ifade ediyor ?

Bülent Özdemir: Bundan 10 yıl önce yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum müsadeniz varsa. Uzun zamandır alacağım olan bir müşterim vardı. Bir gün telefon açtı ve beni ödeme yapmak için ofisine çağırdı. Temmuz ayı ve hava çok sıcaktı o yıl. Veznecilerde müşterim, arabaya bindim ve gittim. O zaman henüz metro inşaatı yeni başlamıştı ve Veznecilerde yolun kenarında bir yere arabayı bırakıp gittim yanına. Neyse ödemeyi aldım ve arabama geri geldim. Tam arabaya bindim çalıştırıcaktım ki yolun kenarında yaşlı bir teyzenin çorap, patik ve mendil olan yerdeki tezgahına ilişti gözüm. Hazır da uzun zamandır alamadığım parayı almışım sevinmişim. Teyzeyi de sevindirmek istedim. İndim ve yanına gittim. Özenle çorap, patik ve mendil seçtim ve uzun zamandır aradığım şeyler olduğunu ama bulamadığımı söyledim. Hesapladı yaşlı teyze 20 lira tutuyordu alacaklarım. 100 Lira uzattım. Siftah etmedim oğlum o parayı bozamam dedi. Hani o bilindik iç ses vardır ya. Bak sen geldin vermek istedin ama bozuğu yokmuş, hem arabanın da camları açık hadi bin git dedi. Yok olmaz dedim. İster inanın ister inanmayın yarım saat boyunca Veznecilerde 100 lirayı bozduramadım. O iç ses ha bire hadi git artık derken. Ben tam tersi gittim bir köfteciye oturdum ve köfte siparişi verdim. Tam köfte hazırlanmışken, kalkmam gerektiğini o yüzden paket yapmalarını söyledim. Ve 100 lirayı uzattım. Bozuk yok dedi. Bende de yok dedim. Artık para bozdurmak köftecinin işi olmuştu ve o benim yapamadığımı yaptı. Parayı bozdurdu ve bana üzerini verdi. Şimdi elimde bir de köfte ayran vardı. Teyzenin yanına geldim tekrar. 20 lirayı uzattım poşetimi aldım. Tam arabaya oturdum. Bu arada köfte kokusu arabayı sardı tabi. Tekrar indim aşağıya ve teyze ben bu köfteyi aldım ama acele işim var gitmem gerek. Bu sıcakta bozulacak sana bıraksam acaba olur mu dedim. Siftah etmeyen teyzem meğerse o saate kadar hiçbir şey yememiş. Ben yesem olur mu dedi. Sen bilirsin dedim ve ayrıldım yanından.

Vermeye çalışmak değil.

Veriyormuş gibi yapmak hiç değil.

Verdim sayılır demek de değil.

Sorunuzun cevabına gelecek olursak.

Aşk mı?

Aşk gerçekten vermektir efendim. Gerçekten vermek.

ilk olarak ne zaman ben kitap yazmalıyım dediniz?

Dünyayı bir çembere benzetiyorum ben ve buna da kader diyorum. Ve siz bu çemberin farkına varınca ne hikmetse daralmaya başlıyor bu çember. Daraldıkça farkında olduğunuz ve sizi rahatsız eden her şeyle çok daha yakınlaşmaya başlıyorsunuz. Yakınlaştıkça rahatsızlığınız artıyor, rahatsızlığınız arttıkça çember daha da çok daralıyor. Ve asıl imtihan efendim, bu anlamsızlığa tahammül etmek başlıyor. Tahammül etmeye başlayınca bunu anlatmak istiyor  insan. Kitap yazmalıyım demedim hiç hep tahammül etmeye çalıştım. Sanırım o arada kitap yazıldı.

Samet Tosun: Yazarken sizi motive eden bir şeyler varmı?

Bülent Özdemir: “Zalimleri seviyor kulların, kötülüğü yaymak için neye ihtiyacın var “insan”dan başka. İnsan efendim neye ihtiyacım olur ki başka.

Samet Tosun: Okumayı sevdiğiniz ve ilham aldığınız yazarlar varmı?

Bülent Özdemir: Rainer Maria Rilke, Virginia Woolf, Giovanni Papini, Marcel Proust, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Yusuf Atılgan ve Ali Ural daha fazlası da vardır ama sanırım başucu kitapları bu yazarlara aittir.

Samet Tosun: Kahvenin günlük hayatındaki yeri hakkında ne söylemek istersin ?

Bülent Özdemir: Kahveyi çok severim hemen her türünü. Ve ister istemez yine insana benzetirim. Nasıl ki kahvenin çekirdeği bir taneyken, öğütülmesinden pişirilmesine ve içim şekillerine varana dek dünyanın dört bir yanında farklı farklı ise. Alın size insan işte Ademden beri hiç değişmediği halde. Çeşit çeşit değil mi.

Samet Tosun: Ve son olarak DS Kültür Sanat okurları için neler söylemek istersiniz ?

Bülent Özdemir: Öncelikle teşekkür ederim. DS Kültür Sanat’a ve değerli okurlarına. Zor bir yolculuğa çağırıyorum. Üzgünüm ama gerçek bu. Tüm evreni keşfe çağırıyorum Hiç ve Her Şey’le. Tahammülü imtihan bilen ve farkında olarak yaşamak zorunda olan insanlar için bile zor bir yolculuk.

Samet Tosun: Tekrardan çok teşekkür ederiz, bizleri kırmayarak nazik davetimizi kabul ettiğiniz için. İnşallah daha güzel yerlerde tekrardan görüşmek dileği ile hoşçakalın.

Bülent Özdemir: Ben de teşekkür ederim. İnsanın belki de en zor zamanı bu zaman. Ve sizin yaptığınız bu zorluk içinde anlamsızlıkla mücadele eden insanlara bir pencere açmak. İnanın çok kıymetli bir şey yapıyorsunuz. Varolun.

 

Samet Tosun

samettsn@yahoo.com

Page 1 of 2

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén