Etiket: yüksel ıtak Page 1 of 3

Yüksel Itak’ın kaleminden ”İnsan olmak kuruş ile değil, duruş ile ölçülür”

Günümüzde herşeyin farklılaştığını gözlemlediğimiz konulardan birisi de yapılan bunca hizmetlere karşı halkın bu gidişattan memnun olmaması geliyor. Peki nasıl oluyor da bunca hizmetlere karşı memnuniyet duyulmuyor?..

Örneğin; Diyelim ki bir Başkanlık seçimi öncesinde Başkan olacak kişi doğal olarak hizmet için vaadlerindeki projelerini halkıyla paylaşır, Başkan olduğu takdirde bu projelerini hayata geçireceğini beyan eder.. seçildikten sonra da söz verdiği üzere bu vaadlerini sırasıyla tek tek yerine getirir ve her platformda ben söz verdim ve yaptım der..




Tabii bu örnek verdiğim yapılmış hizmetler için, birde sözünde durmayıp ta kendi insiyatifi doğrultusunda yapılmış öylesine diyebileceğimiz hizmetleri, Çok önemli bir hizmet yapmış gibi gösterenlerde var olduğunu görüyor ve biliyoruz.. Halkın memnuniyet duymadığı esasına gelince, herkesin hem fikir olduğu bir şey var oda “Eşitsizlik” olduğunu söyleyebiliriz.. burada konuyu biraz daha açarsak daha net anlaşılır olacak sanırım..

Mesela bir yer düşünün; oraya hizmet bir gidiyor, iki gidiyor, üç gidiyor!.. bu tarafa ise bir hizmet götürerek, halka sunarken genellemeye sokarak her yere hizmet götürdüklerini beyan edince, hizmet alamayan bölgelerde sitemler, şikayetler kaçınılmaz oluyor… O’da yukarıda belirttiğim gibi “Eşitsizlik” tepkisi halkın dilinde sakız olup, oy alınan bölgelere hizmet gidiyor, oy alamadıkları bölgelerede hizmet gitmiyor türünden sitemlerin ardı arkası kesilmiyor..




Bugünkü yazımın konusu itibariyle hizmetlerin eşit olarak ayrım gözetmeden yapılmasına ilişkin güzel bir kıssa ile yazımıza devam edelim..

Genç Kaymakam, yeni atandığı ilçeye bakmaya gitti. İlçeyi kendi başına gezdikten sonra, ara sokakta gördüğü çay ocağında, bir bardak çay içeyim diye oturdu.O anda 12-13 yaşlarında bir çocuk, ”amca boyayayım mı ? dedi.Ayakkabısı boyalı olmasına rağmen, çocuğu kırmamak için ”Tamam gel boya” dedi.Bu arada ”iyi boyarsan sana istediğin paranın iki katını veririm” deyince, o çocuk:”Ben hep aynı boyarım” dedi.Kaymakam, “nasıl yani?” deyince;




Öğretmenimiz: ”çocuklar, ne iş yaparsanız yapın, herkese aynı yapın. Ayrım yapmayın” diye tembih etti. Ben de bu parayla hasta anneme ilaç alacağım, sana ayrım yaparsam o ilacın annemin hastalığına şifası olmaz.

Genç Kaymakam, hayatının en iyi dersini almıştı. Ağlamamak için kendini zor tuttu ve Boyacı çocuğa cebindeki en büyük parayı verirken, bir de kartını verdi. Babası olmayan ve hem okuyan hem de hasta annesine bakmaya çalışan çocuğa ilgilenme sözü verdi.

Çocuğa o dürüstlüğü aşılayan öğretmeni de ziyaret ederek, ilçe de görev yaptığı sürece ilgi gösterdi. Boyacı çocuktan duyduğu “Herkese aynı hizmet” ifadesini meslek hayatında unutmamak ve hep uygulamak için makamında, masasında bulunan isimliğinin arkasına yazdırdı. Kişiye göre farklı hizmet vermemek için elinden geleni yaparak “İnsan olmanın, kuruş ile değil, duruş ile ölçüldüğünü” anlamış oldu… ne diyelim bizimde bildiğimiz bu yönde!.. Herkese aynı hizmet demek, Hakka hizmet demektir.. Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
Köşe Yazarı

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Atatürk’ün anısına”

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir kurtuluş destanının en büyük kahramanı olarak sadece tarih sayfalarının derinliklerinde değil yüce Türk milletinin kalbinin tam ortasında sevgi yumağına sarılı bir halde bulunmaktadır. Atatürk’e olan sevgi ve saygımız dünya var oldukça devam edecektir. O’nun vatanı adına yapmış olduğu hizmetleri gelecek nesillerimize en iyi şekilde anlatmalı ve öğretmeliyiz. Anlatmalıyız ki çok büyük zorluklar içerisinde kazanılan Kurtuluş Savaşı’nın ve kurulan cumhuriyetin değeri daha iyi anlaşılsın.




Atatürk’ü anlamak onun fikirlerini çok iyi bilerek tatbik etmekten geçer. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması bir devrin yeniden yazılmasıdır adeta. Yurdun dört bir yanı işgal altında inlerken, bağımsızlık ateşi hiçbir zaman sönmeyen Türk milletine önderlik yapan Atatürk, milletimizin esaret altında yaşamasını aklının ucundan bile geçirmeyerek, tarih sayfalarındaki, inancın zafere dönüştüğü, en büyük bağımsızlık savaşının mimarı olmayı hak etmiştir.




Atatürk’ü anlamak onun ilke ve inkılaplarını çok iyi bilmek ve uygulamak demektir. Kurulan cumhuriyetin manasını çok iyi bilmeliyiz ki cumhuriyete daha çok sahip çıkalım ve koruyalım. Atatürk’ün halkını ülke yönetiminin tek sahibi yapması, ülkenin öz kaynaklarını da milletin hizmetine vermesi, O’nu son derece, diktatörlükten uzak, vatan ve millet sevdalısı bir lider olarak karşımıza çıkarmaktadır. Kendisini Türk milletinin bağımsızlık mücadelesine adayan Atatürk, hiçbir zaman şahsi menfaatini düşünmemiş, sadece milletin menfaatleri doğrultusunda hareket etmeyi yegane yol olarak görmüştür.1938 yılından beri, her 10 Kasım, Ata’mızı kaybetmenin verdiği büyük hüznün yanında, onu daha iyi anlamanın gereğinin ortaya konulması gereken bir gün olarak ta değerlendirilmelidir. O’nun hayatını, ilkelerini ve bizden yapmamızı istediği şeyleri, bilimsel olarak ortaya koymak ve uygulamak, bizlerin birinci vazifesi olmalıdır. Atatürk devrimleri bugün bir çok ülkede örnek olarak kabul görmüş bir vaziyette ele alınmaktadır. Bağımsızlığını tam olarak kazanamamış bir çok ülkeye Atatürk devrimleri, ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Bütün bunlar Atatürk’ün evrensel bir dünya görüşünün mimarı olduğunu da göstermektedir.




Bizler her 10 Kasım’ı, bıraktığı eserlerin izinde, ülkeyi daha da ileriye götürebilmek adına neler yapılabileceğinin ortaya konulması gereken bir gün olarak görmeliyiz. 10 Kasım’ı, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni bizlere emanet ettiği bir gün olarak düşünmek, sanırım doğru bir yaklaşım olarak kabul görecektir. 10 Kasım günü, Atatürk gençliğine yakışır, ülkemizi ileriye götürebilecek her türlü proje ve çalışmaların yapıldığı, ortaya konulduğu ve desteklendiği bir etkinliğin geleneksel hale getirilmesi tavsiyesinde de bulunmak istiyorum.




Atatürk’ü her 10 Kasım’da daha iyi anlamak ve anlatmak hepimizin görevi olsun ki! Bizden sonraki nesillerimiz onu daha iyi anlasın. Şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış bu aziz vatanın nasıl ayakta kaldığını öğrensin ki, bayrağına ve vatan toprağına daha çok sahip çıksın. Her türlü iç ve dış düşmanlara karşı uyanık ve hazırlıklı olabilsin.Ve onu anlamak adına Atatürk’ün bir sözüyle yazımıza nokta koyalım. İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!Bu güzel dizelerinden sonra Ülkemizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü rahmet ve minnetle anıyorum. Ruhu şâd, mekanı cennet olsun..
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Nemelazımcılık”

Osmanlı’nın yıkılış sebeplerine dair çok şey söylenip yazıldı.

“Yeniçeri’nin yozlaşması” dendi,

“Sanayi Devrimi’nden geri kalması” dendi.

Belki de söylenegelen sebeplerin hepsinde birer hakikat payı vardı. Fakat yıkılışın önemli bir sebebi var ki, Osmanlı’nın hem de en zirvede olduğu zamanda dile getirilmişti:

Nemelazımcılık.

Bu sosyal kara delik tarih boyunca, nice fert, topluluk, cemaat, devlet ve imparatorluğu yutmuştu.

Kanuni Sultan Süleyman, devletini olabilecek en yüksek seviyelere çıkarır ama, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür…

Birçok meselede olduğu gibi, bu endişe edilecek düşüncesini süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine, kerametine inandığı Yahya Efendi’ye el yazısıyla bir mektup gönderir:

“Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?” diye özetler endişesini.

Devrin kudretli sultanı Muhteşem Süleyman’dan gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır:

“Nemelâzım be Sultanım!”

Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir mana veremez, endişesi daha da artar. Zira Yahya Efendi gibi bir zat, ciddi bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi, vermemeliydi…




Söylenmeye başlar:

“Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?”

Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergahına gider. Bu sefer sitem dolu bir şekilde:

“Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar.

Yahya Efendi duraklar:

“Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “nemelazım be sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mana çıkarıyorum.”

Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri tarih gergefine nakşeder:

“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa…




İşitenler de nemelazım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de, çobanlar yese; bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese,işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir…”

Söyleneni dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, başını sallayarak da bunları tasdik eder. Söz bitince ikazlarının devamı için tembihte bulunur süt kardeşine. Sonra da memleketinde kendisini ikaz eden böyle bir alim olduğu için Allah’a şükrederek oradan ayrılır…

Devletlerini yükseltenler, fetihler yapanlar “nemelazım” demediler.

“Ne güzel kumandan..!” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Trabzon dağlarını aşarken yanında Karamanoğlu’nun kızı olan halası bulunmakta idi…

“Sultanım” dedi halası, “bunca zahmete değer mi bir kefere için?”

O koca sultanın ayağında gut hastalığı vardı, o zaman ve sarp dağlarda, karların üzerinde atıyla giderken büyük acılar ve zahmetler çekiyordu. İşte hala yüreği buna dayanamamıştı…

Fatih, döndü ve halasına şöyle dedi:

“Bibi (hala), bizim zahmetimiz din-ü devlet içindir, i’la-yı kelimetullah içindir, şahsımız için değildir. Eğer bu zahmeti çekmezsek bize ‘gazi’ demek yalan olur!”




Evet, imparatorlukları “nemelazımcılık” yıkar, ama onları, bir vazife doğduğunda:

“Bunu kim yapar?” sorusunu duyar duymaz, sağına soluna bakmadan:

“Ben varım!” diyenler kurar ve yaşatır…

Bu kıssa’dan bir nebze olsun hisse çıkarıp,

Vatanımızın, milletimizin, devletimizin bekââsı için bir olup, birlik olup kenetlenerek, şahsi menfaatleri bir kenara bırakarak gelecek kuşaklarımıza güçlü bir vatan, güçlü bir millet, güçlü bir devlet bırakabiliriz … Unutmayın “Nemelazımcılık” vatanını, milletini ve devletini düşünenleri değil, kendi çıkar ve menfaatlerini düşünenleri yıkar.

Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın Kaleminden Tarihe not düşülmüş miraslar ”Darkale”

Yakın bir zaman önce bir ziyaret için gittiğim Soma/Darkale’ de inanılmaz ve bir O kadarda tarihin iç içe örtüştüğü, cazibesi ve ilgi çekiciliği ile tarihin iz bıraktığı güzellikleri görünce kaleme almam kaçınılmaz oldu…

Dağın yamacında bulunan, Çarşının girişinden itibaren buram, buram tarih kokan Darkale Sokakları sanki geçmişini anlatırcasına yıllanmış Çınarların hışıltısı ile adeta içimize huzur veriyordu…

Darkale sokaklarında dağa doğru tırmanırken, yıkılmadım ayaktayım dercesine yıllara inat meydan okuyarak dimdik duruşlarıyla, zaman zaman gördüklerimiz karşısında hayretle baka kaldığımız Ahşap evler, Mekanlar, Tarihe not düşülmüş miraslar olarak sanki her biri bizlere yaşanmışlıklarını anlatır gibiydiler…

Bakın İbrahim Fidanoğlu’nun 18 Mart 2012 ‘de kaleme aldığı yazısında Darkale’nin geçmişini bizlere nasıl yansıtmış.




Darkale köyü, Soma’nın tarihte ilk yerleşimlerinin civarda kurulduğunu gösteren kalıntılarıyla öne çıkmış, zamanında 800 civarı hane sayısı ve üç camisi ile sırtını yasladığı sarp Tuzlutepe’nin eteklerinde, tarihin derinliklerinden günümüze uzanıp gelen yalnızlık ve hüznün sokaklarında dolaştığı; içinde sakladığı tarihi, eski dokusu ve yitmiş insan hikâyeleri ile eşsiz bir zenginlik taşıyan yorgun bir köydür. Köy, Soma ovasına hâkim Tuzlu,Temni ve Asarlı Tepe’nin Dibekderesi ile Çokluca çayı arasında kalan yamacı üzerine kurulmuştur. Osmanlı döneminde Minderviş, Kırkoluk ve Ulu Kapı diye anılan kapılardan girilen Darkale, o zamanlar bir kaza merkeziymiş. Zamanın, doğanın ve insanın bütün tahribatına rağmen Osmanlı döneminin sivil mimari özelliklerini yansıtması açısından halen son derece önemli bir yerleşimdir. Köye, Soma’nın eski çarşısından, yine tarihi bir cami olan Emir Hacı Hıdır Bey Camisi’ni takiben yukarı doğru tırmanarak yada Soma Jandarma Komutanlığı’nın önünden tepeye doğru çıkan kaldırım taşlı yolu takip ederek ulaşmak mümkündür. Köy Soma’dan yaklaşık 2 km. uzaklıkta bulunuyor.

Darkale’ye girişte solda, derenin hemen kıyısında eski bir hamam kalıntısı yer alıyor. Ancak oldukça harap olmuş durumda bulunuyor. Bir ara eski muhtar zamanında köydeki etnoğrafik malzeme ile müze haline getirilmeye çalışılmışsa da şimdi yıkılmak üzere… 2003 yılından beri bugüne kadar da fazla bir şey değişmemiş görünüyor diyebiliriz. Vadi boyunca yukarı doğru hafif bir rampadan ilerlerken sağda bir alabalık üretme tesisi var. Son yıllarda buna ilave olarak oldukça gösterişli bir alabalık restoranı daha açılmış. Her iki tesis de vadinin sağdaki yamacına yaslanmış bir konumda bulunuyor. Darkale köyü ise hemen solumuzda dik bir yamaç üzerine kurulmuş. Köyle ilk karşılaştığınızda vadinin soldaki yamacına sanki asılı duran onlarca ahşap ve kerpiç evi gördüğümüzde bir anlamda çarpılıyoruz; çünkü köy birden ve başımızı yukarı kaldırdığımızda karşımıza çıkıyor. Ayrıca da uzaktan bakıldığında, taşrada sanki ortaçağdan günümüze savrulup gelmiş özgün bir Anadolu yerleşiminin eşsiz ipuçlarını buluyoruz.




Köyün aşağıda kalan meydanında ise Kırkoluk Camisi yer alıyor. Caminin altından üç gözeden kaynayan su, caminin kütüklerden oluşan ve ana iskeletini oluşturan hatılların altında kırk oluk diye tabir edilen, mermerden bir panoya oturtulmuş çeşmelerden kanallara ve bir şadırvan benzeri havuza dökülüyor.

Kırkoluk Camisi, Selçuklu mimari özelliklerine sahip belki de beylikler döneminden kalma oldukça eski bir cami. Yapım tarihi olarak Hicri 1159 tarihi veriliyor. Cami Hicri 1239 yılında onarımdan geçmiş. Caminin içi oldukça sade… Mihrap ve çevresindeki renkli işlemeler orijinal… Dış giriş cephesinde yine muhtelif işlemeler ve Allah yazısı mevcut. 2003 yılında Kırkoluk Camisi bazı özel günlerde, bayram ve törenlerde ibadete açılıyormuş. Normal zamanda yamaçtaki köy içinde yer alan ve köy odasının hemen yanında yer alan camide ibadet yapılıyormuş…

Kısacası bu ve buna benzer nice güzellikleri içinde barındıran güzel ülkemizin tarihi mekanlarını gelecek nesillere nasıl not düşerek miras bıraktılarsa, bizlerinde bu yerlerin yaşaması için ve geleceğe miras bırakabilmemiz  için imzamızı atıp Tarihimize not düşmeliyiz. Kalın sağlıcakla..

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Gazeteci Yüksel Itak’ın kaleminden ”Bazen hayat nedir diyoruz ya”

İşte  örnekte ki şiir de  de verilmiş olduğu gibi, kendini tanımak, olduğu gibi sevip, başkalarıyla sevgi çemberi etrafında bütünleşebilmektir! Şiirdir, Türküdür, Resimdir .
Acı çekmek, ağlamak, umutlanmak, gülmek ve en önemlisi RENKTİR  hayat!
Hangi rengi seviyorsun? Sorusuna hep bir ağızdan umudun renkleri  olan mavi ve yeşili söyleriz. Zira hepimiz ,hayatın getirdiklerinden çok, götürdüklerinin daha fazla olduğunun farkındayız .
YAŞAMAK ÖYLE BASİT OLMAMALI.
İnadına yılmamak yok mu !?
İşte en çok sevdiğim yanıdır insanın;
İnsan ; karşısına çıkan her işe, gönüllü atıldığı sürece başarır ve bütün zorluğuna da seve seve katlanır.
Yok ! miskin miskin, kaalasız ve kayıtsız kalarak hayat sürmek peşindeyse yaşamıyor! Yaşasa da, (çok özür diliyorum )
İşte o dilsiz hayvanlardan farksız bir şekilde, sadece gelip geçer bu hayattan o kadar.
İnsan ;
Düşecek  düşecek , doğrulacak ki olgunlaşsın .
İsyanla değil ,şükürle yaşamalı,
Doğrusu kederi de sevebilmeli insan. Çünkü; ağlamakta çok güzel bir duygudur,
VİCDANIMIZIN VAR OLDUĞUNU GÖSTERİR.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Vicdanlı insanlar da her daim yapıcı insanlardır. Elele ,gönül gönüle sevgi dolu yaşamayı bilen insanlar …
Çıkıp meydana ben !
Ben ! ben ! diye yaşarsan hem yalnız hem de eksik kalırsın .Evet ! herkes kendine göre bir ferttir ,lakin bizi biz yapan , o her bir ferdin ,renk renk olup bir gök kuşağı gibi sıralanıp halkalanmasıdır .Kendimizi sevmeliyiz hem de çok .Bu demektir ki kendini seven başkalarını da sevebilir .
Bizi illa  başkalarından ayıracak bir tarafımız olmalıysa o sevgi dolu yüreğimiz olmalı .
Ve hayata sarılma mücadelesinden kaçmamak gibi ,üzerimize düşenle değil ,insanlığın gerektirdiklerinin farkında olupta sarılmalı hayata.
Ben;  beni tanımışsam ,herkesin de kendine göre bir BEN duygusu vardır derim mutlaka .Bu benlik  duygusu ego ile esir etmemeli kendi kendine insanı  .Durup durup sorgulamalı ,yargılamalı insan kendini ki…önce kendini ne kadar tanıyor onu öğrenmeli .
Kalabalıklar içinde fark edilecek  kadar asil ,ince ruhlu ve son derece mütevazi ,gittiğinde dönmesi için dua edip beklenilen ,  yardım sever ,hayat dolu ,araştırmacı ,paylaşımcı ,insanlık için yaşamaya gönüllü olanlar yani  ,  işte bu türlü pozitif enerji ile yaşayan  insanlar,  hayatı gerçekliği ,gerekliliği ile  yaşamış İNSAN; lardır .
Önce kendimizi tanıyalım, doğru tanıtalım, sevelim ve insanları da olduğu gibi kabul edip sevelim. Yaşamak birlikte güzel.
Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Muhteşem Sinan”

Efendim !.. şöyle bir geçmiş tarihin tozlu sayfalarında gezerken bu günümüzle kıyaslanamayacak kadar akıl mantık almayan düşünceleri okuyunca birazda hayıflanarak; yaa bizler ne yapıyoruz ki, hemde teknoloji çağında olmamıza rağmen demekten kendimi alamadım… Söz konusu Mimar sinan !.. O büyük deha.. Ömrünün 99 yılına sığdırdığı 81 camii, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarethane, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 hamam olmak üzere 375 eser inşa etmiş. Üstelik Edirne de yaptığı Selimiye Camisi Dünya Kültür Mirası listesinde… Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Cami’nin 1990’li yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat muhendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı tv’de şöyle anlatmıştı. Cami bahcesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı.




Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık, sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalip çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş sokup yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı soktuk. Sökmeye kemerin kilit taşindan başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşin birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu. “Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.”




Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolunun neresinden getirttiklerini söylerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu. Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur… Bu düşüncesine ancak şapka çıkartılır…sözün bittiği yerde, yine Muhteşem Sinan’ın sözleriyle yazımıza nokta koyalım…Yaptığın işi gönlünde hissedersen, ırmaklar çağlar içinde. Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Dünümüz ve bugünümüzde kültürün önemi”

Her yaşın, her yaşayanın geçmişe dönük mutlaka hafızalarında iz bıraktığı iyi, kötü anıları vardır… ama ne hikmetse hep geçmişimizin daha güzel, daha yaşanılır olduğunu söyler. Küçük Aile toplantılarımızda keyifle yâd ederiz.

Klasik olarak ta “Nerde O eski günler” diyerek tatlı bir iç geçiririz. Peki biz büyükler olarak gelecek neslimize bunları ne kadar anlatabiliyor, ne kadar katkıda bulunabiliyoruz…
Herhalde herkes günümüze odaklanmış, kendi meşgalesinden ve dünya işlerinden kafa kaldırıp, kafa yorup çocuklarımıza eski güzellikleri, eski tatları, Saygı ve sevgi dolu geçmişimizi yâd etme eksikliğini yaşar olmuşuz…

O zaman gelin dilimizin döndüğünce biraz eskilerden hatırladıklarımızı sizlerle paylaşıp,
bir nebze olsun çocuklarımıza anımsatma amacıyla kısa bir nostalji yapalım…




İnsanın eski günler veya bayramlar diye aradığı, aslında o günlerdeki gönül temizliğidir. Yoksa gün aynı gün, bayram aynı bayram?Ama biz aynı insan değiliz. Çocukluğumuzdaki gibi masum ve günahsız değiliz. Hayattan beklentilerimiz ve hesaplarımız büyük değildi. Büyüdük, hırslarımız büyüdü. Fakat ruhlarımız aynı oranda büyümeyip güdük kaldı. Beslemedik ki büyüsün. Hal böyle olunca da günü, bayramı veya ramazanı suçluyoruz.Ruhumuza atılan madde çengelinden kurtulduğumuz an, çocuklaşır yine saflaşırız. Tövbelerimizle belki günahsızlaşırız. Ara ara çocukluğumuza inelim derim. İçimizdeki çocuğu büyütelim, basit şeylerden mutlu olmak neymiş, tekrar hatırlayalım.Yani eskiyi getirmek mümkün olmasa da, bizim eskiye gitmemiz mümkün. Dışarıda oyunlar oynar, acıkınca eve gelirdik. Ne döner ekmek isterdik, ne köfte ekmek. Annemizin, ekmek arasına koyduğu peynirin yanına bir domates bulduk mu, değmeyin keyfimize. İspirtoyla çalışan gaz ocakları vardı. Çalışınca ses çıkarırdı.Eğer gaz ocağı çalışıyorsa, anlardık eve misafir gelmiş yahut babamız çay demliyor. Hemen gelip kurulurduk başköşeye. Misafire ikram bahanesiyle, döner dolaşır, ne yapıp eder, muhabbet sofrasına ortak olurduk.Bir saygı, sevgi ve hürmet vardı, büyüklere karşı. Küçüklerde o biçimdi bir sevgi. Dışarıda kavga etsek, dövsek de, dövülsek de evde beşkardeş hazır. Öyle şimdiki gibi “benim çocuğa, senin çocuk karışmış” diye, ev basan kazmalar yoktu. Çok ayıp karşılanırdı,

PEKİ GÜNÜMÜZE DÖNECEK OLURSAK

Günümüzde değişim o kadar hızlı gerçekleşmektedir ki, babalarımızın önceden nerde o eski günler tabirini artık bizler genç yaşlarımızda söylüyoruz. Artık birkaç yıl önceki bir moda ve trendin hızla değiştiğini ve hayatımızda yer ettiğini görebiliyoruz. Bunda da en önemli sebep iletişim ve haberleşme alanlarında meydana gelen gelişmelerdir. İletişim ve haberleşme alanlarında meydana gelen bu değişimlerin en büyük nedeni de internettir. İnternetin insan hayatına büyük etkileri olmuştur.




Toplumda meydana gelen değişime rağmen, internet kullanan ve internet üzerinden maddi manevi kültürel değerlerine çıkan büyük bir kitle de mevcuttur. Gelenek ve göreneklerin, kültürel değerlerin unutulmaması ve yaşatılması için bu gibi faaliyetlerin yapılması teşvik edilmelidir. Bir milleti bir araya getiren ve ortak paydada buluşturan en önemli unsur kültürdür. Kültürel yozlaşmanın önüne geçilmeli fakat dünyadaki gelişmelerin de gerisinde kalınmamalıdır. Bunun en güzel örneklerini Japonya’da görebilmekteyiz. Teknolojiyi hayatlarının her alanında kullanırlar fakat kültürel ve milli değerlerini de unutmazlar. Ülkemizin de geçmişimizin ve geleceğimizin ışığında kültürel yozlaşmaya uğramadan önlemler alması şarttır.

Yazımıza bir Atatürk’ ün deyimiyle son verelim.
“Bu millete gideceği yolu gösterirken Dünya’nın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim, lâkin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz…”
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”15 Temmuz Anısına”

15 Temmuz 2016. Gece saat 22.00 civarlarında ailece şöyle bir parka çıkalım dedik. Bir pastanede yorgunluğumuzu birer çay içerek atalım derken, Gözüm televizyondaki beti benzi solmuş TRT spikerine takılmıştı. Bir tuhaflık seziyordum ama biraz uzak olmama rağmen bir şeylerin ters gittiği belliydi. Sonra televizyon önünde ilgimizi arttıran kalabalık yoğunlaşınca iyice habere odaklandık ve sonra giderek olayın vahameti ortaya çıkmıştı. Bu bir darbe girişimiydi… Ve zaman geçmeye başlayınca o korkunç ve ürküten görüntüler gelmeye başlamıştı. Tenha olan sokaklar kalabalıklaşmış, sokaklar tekbir sesleriyle inliyor, camilerden sâlâ sesleri yükseliyordu…

Ve öyle bir milletiz ki yeri geldi mi şahlanmasını da biliyor, kükremesini de. İşte o gece kahraman Türk milletimiz demokrasi yolunda darbeye geçit vermedi!

Demokrasi Yolunda Darbeye Geçit Yok!

Tıpkı kişiler gibi, milletlerin de karakteri vardır. Bizim milletimizin karakteri, gerçekten erdemlerle donatılmıştır. Bu erdemlerden biri de, yeri geldiğinde vatanını korumak için canından vazgeçmeyi göze alabilmektir. Türk milletinin bu yüksek karakterini yüzyıllara uzanan destansı tarihimizde çok kez görmüşüzdür. İşte bunların sonuncusu, 15 Temmuz 2016’da millet olmanın asaletini, birlikteliğini ve gücünü gösterdiğimiz demokrasi zaferimizdir. Türk milletinin demokrasiyle yaşama özgürlüğüne, Türkiye Cumhuriyeti’nin içte ve dışta bağımsızlığına, ülkemizin huzur ve refahına göz dikenlerin bir temmuz gecesinde yapmaya çalıştığı kalkışmayı, sokaklara dökülen genç, yaşlı, kadın, erkek, Türk milletinden milyonların bastırdığı bir destandır 15 Temmuz.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Bizler o gece, demokrasimizi kimsenin eline bırakamazdık. Milletimizin refahını ve huzurunu, darbeyle başa geçmeyi düşünenlere terk edemezdik. İman gücümüz, millet olmanın verdiği inanç ve devlet büyüklerimizin verdiği güvenle bayrağımıza, bağımsızlığımıza ve devletimize sahip çıkarak, Türk milletinin gücünü yeniden gösterdik. Üzerimizde hain emelleri olan yapılanmalar, ülkemizde kaos ve kargaşa ortamı yaratmak isteyerek, bu milletin bağımsızlığına, demokrasisine göz dikmişlerdi. Fakat biz, millet olarak el ele vererek köprülere, havaalanlarına, açık meydanlara koşarak, bayrağımıza sahip çıktık. Tarihimizde defalarca ortaya çıkardığımız o asil ruhu, 15 Temmuz’da Türkiye’nin dört köşesinde yeniden gösterdik.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Herkes gördü ki, Türk milleti asil kanlarıyla suladığı bu vatan toprağının bir karışını bile teslim etmez. Ve yine gördüler ki, demokrasiye göz dikenlerin asla hâkimiyetine girmez bu millet. Aramızda ayrılıklar yaratmak isteyen tüm güçler gördüler ki, Türk milleti gerçekten büyük ve asil bir millettir. Bu uğurda canlarını veren şehitlerimize yüce Allah’tan rahmet, gazilerimizede acil şifalar diliyoruz. Demokrasi şehitlerimiz, tarihin şerefli sayfalarına adını yazdırarak ölümsüzleştiler. İnşallah bu millet böyle bir tehlikeyi bir daha yaşamaz. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti, Yaşasın Demokrasi!
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden; ”Sanat ve sanatçı insanlık için varolmalıdır”

Bu yazımda gerçek sanatı ve sanatçıyı tenzih ederek, sanatını hedefinden uzak, sanatçılığını da kendi egosunu ve kişiliğini ön planda tutmak için yapanlara değinmek isteyerek kaleme aldım.

Sanatçı geçinenler; Suriye’de insanlık katledilirken, insanlığın acılarına derman olamıyorlarsa, sadece pembe dizilerin ve ufuksuz vadilerin adamı oluyorlarsa, bu gibilerden sanatçı olunamayacağını söylememiz onları gücendirmemelidir. Zira sanatçı, kitlelerin alıcı ve vericisi olmak durumundadır. Sanatçı, asla pasif olamaz. Yaşanan aktif bir hayatın muştulayıcısı, acılar içinde kıvranan insanlığın kalkanı olmayan sanatçı, sanatını kimin için icra ettiğini düşünmelidir.

Sanatçının işinin zor olduğunu bilenlerdenim. Köy ve kent sorunu; dil, din, eğitim, öğretim, ilericilik, gericilik ve daha bir sürü sorunlar yumağı içerisinde ayakta kalabilmek ve mücadele etmek, elbette zordur. Böyle zeminde fildişi kulesine çekilmek de olmaz. Türkiye gibi, sorunu çok olan ülkelerde sanatçıya, bilim adamlarına, fikir adamlarına, yazar ve şairlere çok iş düşmektedir. Sorumluluk bilinci taşıyan her sanatçı, halkına dönmeli ve topluma seslenmelidir. Toplumun uyanmasında ve bilinçlenmesinde sanatçının üfüreceği soluk ve aydınlarımızın vereceği fikirler, önemli katkılar sağlayacaktır. Artık şu gerçeği sanırım herkes anlamıştır ve bu noktada bir mutabakat sağlanmıştır: Sorunları çok olan Türkiye’de, sanat toplum içindir. Büyük sanatçılar, yaşadıkları toplumun sorunlarına eğilmişlerdir. Topluma yönelen sanat ve sanatçı küçülmez, bilakis büyür ve güç kazanır.

 

Sanatın tabiat güzelliğini taklit ettiğini ve bu yüzden de uzun soluklu olamayacağını söyleyenler haklı. Toplumdan uzak olan sanat, toplum dışında hayatını sürdüremez. Sanat eserleri de insanlık için olmalıdır. İnsanı, onun kutsallarını dışlayan bir sanat, kendisine nasıl ve nerede hayat bulacak? Dolayısı ile sanat, sanat için yapılamaz; sanat, insanlık için olmalıdır. İnsanın olmadığı bir coğrafyada sanatın ne hükmü ola ki?

Sanatçı da insanlıktan uzak limanlarda gezinmeye başlarsa, başarılı olamaz. İnsanlığın temel dinamiklerini ve özünü temsil etmeyen sanatçı, sanatçı sınıfına dahil edilemez. Sanat eseri ortaya koymak isteyenler, kişilik ve karakter sahibi olmalı, bu da yetmez; evrensel düşünmeli ve tüm insanlığa hizmet etmelidir. Yaşadığı toplumun manevi değerlerinden ve inançlarından kopuk, soyut bir metafiziğe inanan sanatçı, maddeye taptığı müddetçe maneviyatın öncülerine hiçbir şey veremez.

İlkel toplumlarda sanata pek önem verilmediği için o bölgenin sanatçı geçinen zümresi, çıkınındakileri satmada zorluk çekmez. Ama maneviyata, insanlığa, ahlaki değerlere ve inançlara önem veren, bunları değişmez sabiteler olarak gören bir toplumda sanatçının kimlik ve karakteri çok önemlidir. Bakmayın siz; Türkiye gibi ülkelerde, kişiliğinden ziyade dişiliğini sergileyenlere… Ortaya koyacak sanatı ve eseri olmayanlar, neyi sergileyecekler? Bizde sanatçı geçinenler, evrensel bir sanatın ve sanatçının tanımını yapamazlar. “Sanat, sanat içindir” diyenlere sorun, bu kavramın açılımını yapmada zorlanacaklardır.

Hayatı ve gerçeklerini kavrayamamış, tabiat ve toplum yasalarını okuyamamış, ortak akıl ve kültürden yoksun şahsiyetlerin sanat adına ortaya çıkmaları, bu ülkede sanata verilen değeri göstermektedir.

 

Bağlamanın perdelerinde notaya dayanarak melodi çıkaramayan, Anadolu’u halkının derdinin ne olduğunu bilmeyen; ozan ve şairlerin dünyasından habersiz bir sanatçı, ne kadar halk müziği sanatçısı olabilir? Haydi söyleyin, bir başkasının eserini dillendiren, hiçbir beste ve derlemesi olmayan, halk müziğinin köklerinden habersiz birisini sanatçı sayabilir misiniz?

Yani demem o ki gerçek sanatın ve sanatçının gerçek anlamda hak ettiği kıymet ve değerini verirsek ve hak ettiği zirvede tutabilirsek, her önüne gelenin sanat yapıyorum diye ego ve kapris hastalığını bizler çekmek zorunda kalmayız … Sözün özüne gelecek olursak, bir Sanatçı sanatını İNSANLIK için yapmalıdır. Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak’ın kaleminden ”İnsanlığın diploması vicdanıdır”

Yaşadığımız şu hayatta iyisi ile, kötüsü ile, güzeli ile, çirkini ile, doğrusu ve yanlışı ile insanlığımızı  paylaşıyoruz paylaşmasına ama ne kadar önemsiyor, ne kadar özen gösteriyoruz acaba?

Ummadığınız bir anı size umursatacak olabileceğini önceden düşünmek ya da düşünebilmek ve akabinde gelişen mahcubiyet sizi veya sizleri ne kadar etkiler ya da ne kadar etkisi altına alır bilinmez. Bir gerçek var ki insan oğlunun insanlıktan yavaş yavaş uzaklaştığıda günümüz insanında görülüyor olması ne yazık ki bir gerçek.

Şimdilerde insanlık, tabiri caiz ise sanki bir film ya da bir tiyatroda başrol oynayan bir (jön) ve ardından gelen figüranlarin oynadığı sahte kahramanlıkları gibi adeta.. Film veya tiyatro başlıyor, herkes rolünü oynuyor. Ondan sonrası mı?.. Herkes “kahraman”…




Oysa ki böyle mi olmalı, böyle mi paylaşmalı hayatı? Ötekileştirerek, umarsız ve acımasızca.
Neyi paylaşamaz olduk kalp kırarak, gönül inciterek. Oysa ki bizim gelenek ve göreneklerimiz sağlam temellere dayalı olmasına rağmen, temelimizi çatırdatan birileri mi var da hakimiyetimizi kaybeder olduk?…

Hayat öyle bir şey ki, öncelikle birbirimize karşı dürüstlüğün, sevginin ve saygının inceliğini bu gün olmasa da, gün gelecek aşağıda yazacağım hikayedeki kıssa da olduğu gibi insan oğluna ne kadar etkili, ne kadar anlam ifade ettiğini; bazen hüzünle, bazen sevinçle bazen de duygu yüklü karşımıza çıkabileceğini unutmamamız gerekiyor…

”İki Mendil”

İlkokul birinci sınıfa başladığımda, ön sıralarda tek başına oturan bir çocuk gördüm. Yanımdaki kıza çocuğun neden böyle yalnız oturduğunu sorduğumda; kız bana “Onun hep sümüğü akıyor, bu yüzden kimse onunla oturmak istemiyor” dedi.

Birkaç gün sonra, öğretmenimiz sınıftaki oturma düzenimizi ayarlarken, bu çocuğa da bir arkadaş bulmaya çalıştı fakat yine kimse buna yanaşmadı. En sonunda ben parmağımı kaldırıp, istekli oldğumu söyledim. Sümüklü çocuk bu işe çok sevindi.

Ben o günden sonra siyah önlüğümün cebinde hep iki mendil taşıdım; biri benim, diğeri de sümüklü arkadaşım içindi. Sümüğünün aktığını fark etmediği zamanlarda, ben arkadaşımın burnunu silerdim. Sümüklü arkadaşım ikinci sınıfa geçtiğimizde, babasının işleri yüzünden, mahalleden taşınmak zorunda kaldı.




Aradan yıllar geçti.
Adını unuttuğum bu güzel kalpli çocukluk arkadaşım, gelip beni bir imza gününde buldu. Kendini tanıttı. Sarıldık, sohbet ettik. Uzun zaman önce Amerika’ya yerleşmiş, evlenmiş, çocukları da varmış. Arada sırada İstanbul’a gelirmiş. “Artık sümüğüm akmıyor Tamer. Oğlumun burnunu siliyorum”dedi kahkahalarla güldük. Bir ara sustu. Buğulu gözlerle bana baktı. “Ben, ben neleri neleri unuttum da, senin benim burnumu silmeni unutmadım Tamer.” dedi. Ortamı dağtmak için lafı gırgıra vurdum ”Ne olcak lan dedim? Şimdi aksa yine silerim…” Lafımı kesti ” Öyle deme dostum. Ben o zamanlar söyleyemezdim ama kimse benim yanıma oturmuyor diye çok üzülürdüm. Okula gelmek istemezdim. Aynada sümüklü halimle karşılaştığımda kendimden tiksinirdim. “Seni kimse sevmiyor, sen pis bir çocuksun” derdim. Ama sonra sen bana öyle sıcak davranınca, akan sümüğüme rağmen sevildiğimi anladım. Evet beni de seven vardı. Yaşasınnn…Ve ben eğer daha sonra Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birini bitirdiysem, bu, burnumu silen mendilin ve o mendili tutan elin sayesindedir. Dönüp dönüp çocuklarıma bu hikayemizi anlatıyorum. Diyorum ki, ‘Kimseyi kimseden ayırmayın. Düşeni, yalnızı, garibanı elinden tutun kaldırın yerden. Diplomalarınız sizi insan etmeye yetmez. İnsanlığın diploması vicdandır.’ diyorum.

Bu kez de benim gözlerim dumanlandı. Bir şey diyemedim. Sustum. Gitmeden, cebinden iki mendil çıkardı. “Bak dedi ben de artık senin gibi yanımda iki mendil taşıyorum. Ne olur ne olmaz…”

Siz de hep yanınızda iki mendil bulundurun, olur mu? Ömrümün güzel insanları; mutlaka sizin de karşınıza burnunu ya da gözünü sileceğiniz biri çıkar.

Unutmayın karşınızdakini hakir görmeden önce,  aynanızla mutlaka yüzleşmelisiniz. Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.com

Page 1 of 3

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén