Etiket: yüksel ıtak Page 2 of 3

Yüksel Itak yazdı; ”Nereden Nereye”

Osmanlı döneminde ,
— Pencerenin önünde sarı çiçek varsa ‘Bu evde hasta var .. Evin önünde hatta bu sokakta gürültü yapma..’ anlamına gelirdi ..
— Pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa ‘Bu evde gelinlik çağına gelmiş, bekar kız var .. Evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme..’ anlamına geliyordu ..
— Kız istemeye gelindiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun ‘diz izine’ bakılırdı ..
— Kahvenin yanında su gelirdi .. Şayet misafir toksa önce kahveyi alır, açsa suyu alırdı .. Ona göre ya yemek sofrası hazırlanır ya meyva ikram edilirdi ..
— Kapıların üstünde iki tokmak olurdu .. Biri kalın biri ince .. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vururdu .. Evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı .. Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu .. Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya da bimahremi ( kocası vs .. ) açardı ..
— Peygamber efendimiz ( S.A.V. ) ‘ in 63 yaşında vefat etmesinden dolayı, 63 yaşını geçmiş büyüklerimiz yaşları sorulduğunda ‘Haddi aştık’ derlerdi ..




— Yolda küçük büyüğünün önünden yürüyemezdi ..
— Fitre zekat Ramazan’dan önce Şaban’da verilirdi .. Fakir fukara Ramazan’a erzaksız girmesin diye ..
— Esnaf Ramazan ayında toplanıp gerçek bir ihtiyaç sahibinin ‘borç defterini’ kapatırdı ..
— Beyler, konuştukları veya gözleri kaydıkları hanımlarla buluşmaya gidince hediye olarak ‘ayna’ alırdı .. Ki bunun anlamı: ‘Sana senden daha güzel verebilecek bir hediye yok..’ demekti ..

NEREDEN NEREYE ?

Şimdi öylemi ya !.. hasta varmış yokmuş kimin umurunda? Aksine sokaklarımız adeta teksas olmuş, çalgı çengiler dibine vurmuş, 90 desibel yasağını da pek takmaz olmuşuz…

Gelinlik çağına gelen kızlarımız pencerenin önünde kırmızı çiçek var mı yok mu diye bakmaz olmuş, aksine özgürlüğün dibine dem vurmuş, hatta ve hatta erkeklere taş çıkartır olmuş…

Kız isteme adeti ise artık formaliteden ibaret. Görücü usulü ise tozlu raflarda bir anı olarak yerini almış…

Kapılarımız artık zarif bir süsten ibaret, zillerimiz hem görüntülü, hemde megafonlu ..
Kimimiz sorgusuz sualsiz açıyor, kimimiz de sesten algılayarak kapı açıyor.. Güvenmek ise maalesef orası şans. Ne çıkarsa bahtımıza…




Küçüklerimiz yollarda maaşallah en önde. Saygı var ama görgü kuralları alt üst… Evine bir misafir büyüğü gelince bırak karşılamayı, oturduğu yerden, hatta uzanıyorsa kalkma zahmetinden bir haber…

Kısacası günümüzde bu ve bunun gibi alternatifleri yazmak daha da uzayabilir … Lafın özüne gelince; Kendimize yabancılaştık…
Nezaketin, güzel ahlakın, öz sevginin, hakiki saygının dünyayı kurtardığını unutur olduk…
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak yazdı; ”Gerçek dostlar seven yüreklerdedir”

Dost dediklerimiz vardır, “bittiğimizde” biten…
Arkadaşlar vardır umulmadık anda “omuz veren, destek veren”
Bir telefon görüşmesi, bir yorum, bir yazı ile “tanıdıklar” vardır dosttan ileri gönül tahtımıza yerleşen,
Ve “zavallılar” vardır parayı ve şöhreti her şey zanneden…
Sahte gülüşlerin ardında ki yüzleri görmek için ya ekonomik olarak bozuk, ya hasta ya da işe ihtiyacınız olacak !
Bir kez sorar sonra kaybolup giderler.
Dönüp geçmişinize bakarsınız, kurulan sofralarda ki şen şakrak günler gelir aklınıza, her sırrınızı verdiğiniz günlerinizi anımsarsınız.




Çocuklarını “çocuğunuz” bilip büyüttüğünüz, sevdiği yemek olduğunda hiç üşenmeden bir kap içerisinde sevginizle taşıdığınız günler gelir gözünüzün önüne. iyi ve kötü günlerinde onun yanında yer alıp sahiplenmeniz, annelerini anne, babalarını baba bildiğiniz günleri anımsarsınız.
Düşünürüz ki hasta olduğumuzda gecenin kaçı olursa olsun “bir telefon etsek” koşacak !
Daha da ileri gideriz, sohbetlerimizde “bana bir şey olsa çocuğuma sahip çıkarsın, dayısından, teyzesinden daha yakınsın bana !” muhabbetleri geçer, “Allah korusun elbette” dilek ve taahhütlü…
Çocuklarımız akrandır, arkadaştır, aynı okula gider.
Mezun olurlar, diploma törenlerinde birlikte ağlarız, duygularımız ortak, yüreklerimiz bir atar…
Sonra bir gün gelir, son telefon görüşmesinin üzerinden yıllar geçtiğini fark ederiz…
Gerekçeyi düşünürüz, kendimizi sorgularız, kendisine sorarız. “Zamansızlık” ve sıradan gerekçeler öne sürülür.
Oysa neden açıktır. Biz ekonomik olarak küçülürken, onlar büyümüştür !
Sonradan elde edilenler hazmedilememiştir, sırıtır !
Saygı, ahlâk, sevgi yerini çok farklı şeylere bırakır.
Oturulan semt, binilen araba, “takıldıkları barlar, yemek yedikleri restaurantlar” girer devreye. Alışveriş edilen mağazalar, giyilen markalar konuşulmaya başlar.
Oysa ki yıllardır aranızda bu konuların lafı bile geçmemiştir.
Yeri gelmiş sizin diplomanızla onöre olmuş, sizin çevrenizi kullanmışlardır oysa…
Sizin beklentinizse sadece paylaşmak olmuştur.
Yüreğinizi, sevginizi, yeri geldiğinde evinizi, acınızı, sevincinizi, hüznünüzü, mutluluğunuzu…
Modern çağ her kolaylığı, her konforu ayağımıza getirirken, içimizde ki sevgiyi, insanca duyguları her gün biraz daha yok ediyor.

“Komşu komşunun külüne muhtaç” deyimi yerini, “Komşu komşunun nefesine muhtaç” şeklinde yer değiştirdi.
Kasaba, köy nüfuslu apartmanlar da giriş kapısı, merdiven boşlukları ve asansörleri paylaşıyoruz artık

Vefamı O ne !..




Eğer halâ varsa fotoğraf albümümüz, parmağımızın ucu ile dokunduğumuz yüzlerde buruk bir şekilde gülümsüyor…
Bir gün bir vesile ile “o haber” geliyor.
Siyah çerçeveli gözlükler arkasına saklanmaya çalışılan timsah gözyaşları, “yakınımısınız ?” sorusuna verdikleri “20/30 yılı aşkın dosttuk.” Yalanları ve “Hakkınızı helâl ediyor musunuz?
“Helal olsun !” kapanış cümlesiyle tamamlanan son görev…
Her son, geride kalanlar için başlangıç aslında.
Yitirdiğimiz sadece bir insan değil, geçmiş yılları, anılarımızın büyük bir bölümünü de beraber sığdırıyoruz küçücük çukura ; diplomamızın, arabalarımızın, dairelerimizin, kıyafetlerimizin, ziynet eşyalarımızın hatta “bir çift çorabımızın” bile sığmayacağı…
“Sahte dostlar, sahte yüreklerde; gerçek dostlar seven kalplerdedir” .Gerçek dostların menfaatleri bitene kadar değil yürekleri yetene kadar sizi sevmelidir.
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Tarzanın anısına”

1923 te geldiği Manisa’nın enkaz kaldırılmasında bulunmuş, daha sonra da Manisa’nın yeşillendirilmesi için ağaç dikmeye başlamış. Belki de dünyada ilk kez çevre hareketini o başlatmıştır. Bu çıplak adam, bir bahçıvan çırağı, Ahmet Bedevi, yani Manisa Tarzanı’dır. Tarzan, kuru dalları ektikçe, sanki elinde sihir varmış gibi dallar yeşerip, fidan olmaya başlamış. Fidanlar ağaç olurken O, Yeşil Manisa’nın sembolü olmuş, Tarzan’ın kalbi; ağaçların gövdesi, dallar kolları oluvermişti.

Tarzan, yaşamında ağaç sevgisiyle bütünleşmiş, Birgün insanların doğa katliamına karşı kayıtsız kalamayacağını, yıllar önce haykırmış, Yeşil derken yüreği titreten, Ağaç sevgisi derken bilinci bileyen Tarzan, “Yeşilin Atası” olarak kabûl görmüştü..

Tarzan bir yaratıcıydı, Eşsiz özverisiyle, doğa ile iç içe yaşamanın güzelliğini insanlara öğretmiş,yaprağın yeşilinde sevinci, mutluluğu bulmuştur. Onun her söylediği sözde bir ders vardır. Sevdiğim Meralım derken bakışlarında acı, umut vardır. Çoçukluğum, gençliğim at üstünde geçti derken, duruşunda yiğitlik vardır. Yiğiti anlamak kolay mı? Sen diyesin Kerküt’te doğdu. Ben diyeyim Bağdat’ta. Nerede doğduğu çok mu önemli? Önemli olan çevreci olması, yeşili sevmesi. Daha önemlisi ormanlar meydana getirip”Yeşilin Atası” olması.




İnsan yapıtı olan her güzellik,büyük uğraşlar sonucu ortaya çıkmıştır. Bu gün Manisa ,Yeşil Manisa adını almışsa ,Tarzan’ın yaz-kış diktiği fidanlarının,ağaç olmasındandır. Ağaçların tomurcukları, baharı müjdelerken, sevgi tomurcuklarının çoğalması için Tarzan,fidanlıklar meydana getirmiştir. Doğa en katıksız güzelliktir. Tarzan , yeşili ümit, çiçekleri de çocuk gülüşü olarak görmüştür.

Doğa, bazen bir ağaç dalında yeşil haykırıştır. Bazen doruklarda bir buluttur. Doğada en büyük tutku , yeşilden esintidir. Tarzan , varlığına rüzgarın sesini,kuşların şakıyışını, ağacın yeşilini veren ilk doğa koruyucusudur. Daha doğrusu “Yeşilin Atası”dır. Tarzan , doğayı yeşiliyle, beyazıyla, kırmızısıyla… Tüm renkleriyle seven insandır. Doğa, dört mevsim var oluşun haykırışıdır. O, bu haykırışlar içinde, bazen kuş kanadında,özgürlüğü haykırmıştır. Tarzan renk cümbüşü ile bütünleşmiştir. Dağlar,onun evidir. bir ağaç altı, bahçesidir. Tarzan , gün gelmiş eğitici bir öğretmen olmuş, İnsanlara ağaç dikmesini, yetiştirmesini öğretmiştir.

Ağaç ve doğa sevgisinin önderi sayılan ve türkiye’nin bilinen ilk çevrecisi Manisa Tarzanı Ahmet Bedevi’nin Manisa ile bağlantısı, Türk ordusu ile beraber, Manisa’nın kurtuluşunda kente girmiş olmasıdır. O yıllarda kül yığını haline gelen Manisa’yı eski haline getirebilmek için, yaşamı boyunca Manisa’ya ve Spilios’a binlerce ağaç dikmiştir.

Ahmet bedevi; tarzan esprisine uygun bir biçimde, yaz-kış siyah şort upuzun sakalı ile o efsanevi tarzan filmlerinin bir izdüşümü gibi yaşamıştır.Tarzan, simge bir isimdir. Bu gün dünyada çevreci hareket hız kazanıyor. Çünkü tropikal ormanlar tükenmek üzere. 60 yıl önce tropikal hareket bu denli hız kazanmamıştı. Doğa sevgisi, doğa ile haşır neşir olan Tarzan’ı filmlerden izlemekti. Ama o bir filmdi. Ahmet Bedevi ise gerçek bir tarzandı.




Manisa’yı yeşillendiren tüm ulu ağaçları o dikti, dikilmesine öncülük etti. Dağda tek başına bir kulübede yaşamını sürdürdü. Ağaç kesenlerin korkulu rüyası oldu. Ağaç kesenlerin karşısına dikildi. Tarzan’ın Spil Dağı’ndaki kulübesine insanlar otuz dakikada yol alırken Tarzan bu yolu altı dakikada çıkıyor, üç dakikada iniyordu. Hem de hergün üç dört kez.

Manisa’nın ağaç ve yeşilliği ile özdeşleşen Tarzan, Türkiye’deki dağların zirvelerine tırmanmayı tamamlayıp Manisa’ya döndüğünde, kesilmiş ağaçları görünce, “Yokluğumdan yararlanıp ulu çamları kesmişler, evlatlarını kaybetmiş baba gibiyim, göğsüme hançer saplanıyor, dayanamıyorum” diyerek üzüldü. O kadar üzüldü ki kalp spazmı geçirerek hastaneye kaldırıldı. Aşırı efor nedeniyle kalp büyümesine bağlı yetmezlik teşhisi konulan Tarzan’a, kendisini daha az yorması önerilse de, o tam iyileşmeden hastaneden çıktığı gibi; kent merkezindeki park içerisine hazırlanmış yeni kulübesi yerine, Spil Dağı eteklerindeki ilk kulübesine yerleşti. Sağlık şartları bakımından tekrar hastaneye kaldırıldığı 31 Mayıs 1963 günü ise vefat etti.

Manisa Tarzanı , ölümünden sonra da ölümünden önceki gibi sevilmeye devam etti. Adına heykel yapılacak kadar sevilen Manisa Tarzanı, her yıl 31 Mayıs ve 5 Haziran tarihleri arasında Manisa halkı tarafından anılıyor ve anıyoruz. Mekanı cennet olsun inşallah…

Kaynaklar;
http://www.manisavdb.gov.tr/tarzan
https://www.cnnturk.com/yasam/film-degil-gercek-manisa-tarzani

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Herşeyi bilmek iyimi”

Adamın biri Musa Aleyhisselâm’a:
-Ya Musa, ben bütün hayvanların dilinden anlamak istiyorum. Tur’u Sina’ya gittiğin zaman Allah’tan iste de benim duamı kabul etsin, diyordu.
Musa Peygamber:
-Her şeyi bilmek iyi olmaz. Senin hayvanların dilinden anlamaman daha iyidir. Bu sevdadan vazgeç, dediyse de, adam illâ öğrenmek istiyordu.
Bir gün Musa Aleyhisselâm Tur’a çıktığı zaman Cenab-ı Allah Musa Aleyhisselâm’a:
“-Ya Musa! O kulumun duasını kabul ettim, bundan sonra bütün hayvanların dilinden anlayacak. Yalnız her şeye ehemmiyet vermesin, sonra onun için iyi olmaz.” buyurmuştu.
Musa Aleyhisselâm, Tur’u Sina’dan geldikten sonra durumu bildirip her şeyle fazla ilgilenmemesini söyledi. Kendisine selâhiyet verilen adam, akşam ahıra hayvanlarını yemlemeye girmişti. Orada eşekle öküzün konuşmalarına şâhid oldu.
Onlar aralarında şöyle konuşuyorlardı, öküz:
-Yahu eşek kardeş, senin işin ne iyi, bana yazın rahat yok, kışın rahat yok. Sabah olacak çifte koşacaklar, ama sense akşama kadar rahat gezeceksin, diyordu.




Eşeğin öküze nasihati şöyle oldu:
-Bunlar hep senin ahmaklığından… Sen sabah olunca hasta numarası yaparsın, akşamdan sahibimizin döktüğü yemi bile yemezsin. O da sabahleyin seni bu haliyle görünce çifte koşmaktan vazgeçer ve birkaç gün olsun istirahat etmiş olursun, dedi.
Bu sözler öküzün hoşuna gitmişti. Hakikaten yem yemedi ve öyle aç karnına sabaha kadar yattı. Eşek ise öküzün yemlerini bile kendisi yemişti. Tabii bunların bu konuşmalarını sahibi duymuş ve gülerek ahırdan çıkmıştı.
Sabah oldu, adam ahıra girdi ki, öküz aç. Kalkması için birkaç tekme vurdu ise de öküz hastalanmıştı. Adam:
-Bu sefer de onun yerine eşeği koşalım, diyerek aldı tarlaya götürdü
Akşama kadar eşekle çift sürdü. Eşeğin emdiği süt burnundan gelmişti. Akşam eve geldiği zaman öküz rahat rahat geviş getiriyor kendi kendine hakikaten bu iyi bir numara oldu diyordu. Eşek bu işin çekilemeyecek gibi olduğunu görünce öküze başka yoldan akıl verip kurtulmak istedi:
-Öküz kardeş, sen böyle yatarsan sahibimiz seni satacak. Bugün tarlada beni gören köylüler sordular. O da, zaten tembel bir öküzdü, şimdi de hasta oldu. Yarın kasaba vereceğim, dedi. Eğer yarın da böyle yaparsan kendini bıçağın altında bil, diyerek sabahleyin çifte gitmekten kurtuldu.

Adam bunların bu konuşmalarını dinledikçe kendi kendine gülüyor ve:
-Gördün mü ne kadar iyi bir şeymiş hayvanların dilinden anlamak, diyordu.
Ertesi sabah horozla köpeğin konuşmalarına şahit oldu. Horoz:
-Yarın efendinin, öküzü ölecek. Sana müjdem var. İyi bir ziyafet olacak senin için, diyordu.
Adam bunu duyar duymaz hemen pazara götürüp öküzünü sattı ve zarardan kurtuldu.
İkinci gün oldu, köpek horoza:
-Niye yalan söyledin? Hani ziyafet? Adam öküzü sattı kurtuldu, dediğinde, bu sefer horoz:
-Hiç merak etme! Öküzü sattı ama yarın kölesi ölecek ve onun hayrına mutlaka bir yemek yedirirler. Sen de artıklarından istifade etsen yeter, dedi.




Adam bunu da duymuştu. Hemen pazara çıkarıp kölesini de sattı. Köpek gene ziyafete erişememişti. Horoza:
-Beni ne kandırıp duruyorsun? diye çıkıştı. Horoz:
-Ben yalan söylemem… Ziyafet var dediysem vardır. Efendimiz öküz ve köleyi satarak zarardan kurtuldu ama yarın kendisi ölecek, işte o zaman ziyafetin büyüğü olacak, dedi.
Adam horozdan bunları duyunca etekleri tutuştu. Ne yapacağını şaşırdı ve doğru Hazreti Musa’nın huzuruna çıkıp durumu anlattı:
-Hakikaten ben yarın ölecek miyim? Bunun bir çaresi yok mu? diye yalvarmaya başladı. Musa Aleyhisselâm:
-Ben sana demedim mi? Her şeye ehemmiyet vermeyeceksin diye… Eğer sen öküzü satmasaydın, o ölecek ve belâ atlatılmış olacaktı. Ama sen onları satmakla başkalarının zarar etmesini istedin. Kendi menfaatini düşünüp başkalarını kendisi gibi hesap etmeyenin hali budur, dedi.
İşte günümüzde de menfaat uğruna birbirini satan, kendi çıkarları için karşısındakini harcayan, ama zararla oturan nicelerimiz var. Rabbim kimseyi doğruluktan ayırmasın. Umarım bu kıssadan hisse bizlerin kulağına küpe olurda karşımızdaki insana insan gibi muamele eder, Sevgimizle, Saygımızla ve dürüstlüğümüzle kardeş gibi geçinmesini öğreniriz. Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Temizlik imandan gelir”

Facebook hesabımda yer alan Manisa’nın Tarihi Değerleri adlı sayfama kayıt etmek üzere, Manisa’mızın tarihi güzelliklerine yolculuk edip, tüm ihtişamlı değerlerimizi karelere hapsedeyim dedim. Ama ne yazık ki bazı ihtişamlı değerler beni olduğum yerde hapsetti dersem hiç abartmış olmam…

Biz vatandaşlar olarak hep devletimizden hizmet bekleriz, lâkin bu hizmetleri aldığımızda da ne kıymet biliriz, ne de değer… Her şeyi devletten beklemekte biraz hazırcılık olur gibi.

Evet, ilk durağım Osmanlı dönemine ait 1570 yılında dikdörtgen planlı, ahşap tavanlı Defterdar Mahmud Efendi’nin yaptırmış olduğu; bugünkü adıyla Arapalan Camii oldu. Bu güzel camiimize ilk adım attığımda her yönüyle camiilerine sahip çıkmış gönüllü cemaati ile karşılaştım. Bir masa etrafında toplanmış eski Osmanlı tadında camii sohbetleri yapıyorlardı.
Ve kendilerine Allah’ın selamını verip karşılığını aldıktan sonra camiinin güzelliklerini fotoğraflamaya başladım. Bu arada bana eşlik eden camiimizin gönüllü cemaatinden Hüsamettin kardeşime de buradan teşekkür etmek istiyorum.




Bu camiimizden ayrılıp hemen yukarısında Lalapaşa Mahallesi’nde bulunan ve cami kitabesinden öğrenildiğine göre Mehmet Paşa tarafından 1569 tarihinde yaptırılan Lalapaşa Camii’ne uzandım ama ne yazık ki biraz önce ayrıldığım Arapalan Camii kadar bakımlı olmadığını görünce hem üzüldüm, hem de endişelendim? Nedenine gelince; caminin arkasında bulunan eski yıkılmış bir ev, ve camii ile bağlantı duvarı yıkık, dökük izbelik bir hâl almış. İçerisinde kendini bilmezler tarafından ateşler yakılmış adeta camii tehdit altında ve moloz yığınları ise çirkin bir görüntü meydana getirmiş. Camii çevresi koruma demirleri konması şart görünüyor.  Burada da camiinin güzelliklerini objektifime yansıttıktan sonra rotamı Manisa’mızın belki de en önemli turistik bölgesi olan Çaybaşı Deresi, Gülgün Hatun Dere Mescidi, Ağlayan Kaya Niobe, Anfi Tiyatro ve Kır kahvesi’ne çevirdim.

Yakın zaman önce temizliği yapılmış Çaybaşı Deresi. Ne yazık ki burada da kendini bilmezlerin hışmına uğramış adeta bir çöp yuvası olmuş, ve akşama doğru olmasına rağmen Çaybaşı Deresi, anfi tiyatro, Çaybaşı Köprüsü biracıların meskeni olmuş sanki. Her bir köşede akşam sohbeti eşliğinde biralarını yudumluyorlar… Hadi içtiniz eyvallah, bari çöpünüzü alında gidin. Yani nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak…

Çirkin görüntüleri görmek istemiyorum ama sanki hepsi de sözleşmiş gibi karşıma çıkıyorlar
Derenin hemen karşısına yani Gülgün Hatun Dere Mescidi’ne geçtim. Burası da yakın zaman önce restorasyonu gerçekleşmiş bir tarihi eserimiz. Burada da görmek istemediğimiz görüntüler içimizi acıtan cinstendi. Hamam’ın demir kapısı açık içlerine kadar girilmiş, ateşler yakılmış tüm güzelliğini istismar etmişler.
Yazımın başında dediğim gibi Her şeyi devletten beklemek doğru değil, birazda elimizi taşın altına koymak biz vatandaşların görevi olmalı. Ne demişler “temizlik imandan gelir”




Bir görüşüm daha var buda yetkililerimiz için.
Kır kahvesi önünde bulunan yol üstü köprüsü ve hemen üstünde bulunan tarihi Çaybaşı Köprüsü eğer bugün önlem alınmazsa yarın bu köprülerden eser kalmayacak. Eğer bu yazdıklarım değer bulup önemsenirse ben değil, Manisa kazanacak…

Ben gördüğümü bir daha bu çirkinlikte görmek istemediğimi ve kendime iş edinip yazmakla mükellef oldum. Dikkate alınır umuduyla;  Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak söylediği, dinleyenin de yararlandığı sözdür diyor, sağlıklı ve temiz bir çevre olmasını temenni ediyorum.
Kalın Sağlıcakla…

Yüksel Itak

Gazeteci Yazar Yüksel Itak’ın kaleminden ”Güler yüzlü, tatlı dilli olabilmek”

ne yazık sıkça rastlanır bir durum oldu… yüzümüze gülüp ardımızdan kuyumuzu kazmak… Bakıyorsun güleryüzlü, Bakıyorsun tatlı dilli. Ama kişi veya kişileri tanıdıkça durum pekte iç açıcı olmadığını görüyor ve insan kendi kendine bu duruma üzülür hale geliyor…

Al­la­hü teâ­lâ in­sa­nı eş­ref-i mah­luk ola­rak, ya­ni ya­ra­tıl­mış­la­rın en şe­ref­li­si ola­rak ya­rat­mış­tır. Di­ğer mah­luk­la­ra ver­me­di­ği pek çok üs­tün­lü­ğü in­san­la­ra ver­miş­tir.diyor Mehmet Oruç ve devam ediyor..

Me­se­la, in­san dı­şın­da hiç­bir can­lı gü­le­mez, gü­lüm­se­ye­mez. Hay­van­lar aç­lık­la, acıy­la ba­ğı­ra­bi­lir­ler; an­cak yal­nız­ca in­san gü­le­bi­lir, te­bes­süm ede­bi­lir.

İn­san, Al­la­hü te­âlâ­nın bu ih­sa­nı­nı, ni­me­ti­ni huy edin­me­si, ya­ni her za­man gü­ler yüz­lü, te­bes­süm­lü ol­ma­sı ge­re­kir. Ha­dis-i şe­rif­te, “Hay­rı, iyi­li­ği, gü­zel yüz­lü­le­rin ya­nın­da ara­yı­nız!” bu­yu­rul­du. Bu­nun için ser­ma­ye de ge­rek­mi­yor. Çün­kü, mal ile pa­ra ile ya­pı­la­cak bir şey de­ğil­dir. Mal ile mem­nun et­me de bir ye­re ka­dar­dır. Bu­nun için, ha­dis-i şe­rif­te, “Mal­la­rı­nız­la her­ke­si mem­nun ede­mez­si­niz. Gü­ler yüz ve tat­lı dil ile, gü­zel ah­lâk­la mem­nun et­me­ye ça­lı­şı­nız!” bu­yu­rul­du.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Ça­tık kaş­lı, sert ba­kış­lı kim­se­den pek ha­yır, iyi­lik sa­dır ol­maz. Ha­dis-i şe­rif­te, “Mü­min kar­de­şi­nin ya­nın­da su­ra­tı asık du­ra­na me­lek­ler la­net eder” bu­yu­rul­du. Me­lek­le­rin la­net­le­di­ği kim­se­den na­sıl ha­yır sa­dır ol­sun!

“BU DA GE­ÇER YA HU!”

İn­san­la­ra, iyi, fay­da­lı ola­bil­me­si için in­sa­nın ken­di­ni gü­lüm­se­me­ye alış­tır­ma­sı, hat­ta şart­lan­dır­ma­sı la­zım­dır. Bu­nun için de ken­di­ne za­man za­man şun­la­rı söy­le­me­si, yap­ma­sı la­zım­dır:

Hiç­bir za­man asık su­rat­lı ol­ma­ya­ca­ğım. Çün­kü, ken­di­si­ni çok cid­di­ye alan bir in­san ka­dar gü­lünç bir şey yok­tur. Dün­ya­da her şey ge­lip ge­çi­ci; ha­yal. Ger­çek olan sa­de­ce ahi­ret. Bu­nun için en cid­di, en sı­kın­tı­lı şey­le­rin de ge­çi­ci ol­du­ğu­nu unut­ma­ya­ca­ğım.

Göz­le­rim­den yaş­lar akı­ta­cak ka­dar be­ni kız­dı­ran in­san­lar ve olay­lar kar­şı­sın­da da te­bes­sü­mü el­den ka­çır­ma­ya­ca­ğım. Ne za­man key­fim ka­ça­cak ol­sa, der­hal ak­lı­ma ge­le­cek ka­dar güç­lü bir alış­kan­lık hâ­li­ne ge­lin­ce­ye ka­dar, şu sö­zü tek­rar­la­ya­ca­ğım. Bu söz be­ni her tür­lü çap­ra­şık du­rum­dan çı­kar­ta­cak ve ha­ya­tı­mı den­ge­de tu­ta­cak­tır. Bu söz: “Bu da ge­çer ya hu!” sö­zü­dür.

Çün­kü dün­ye­vî olan her şey ge­lip ge­çi­ci­dir. Yü­re­ğim da­ral­dı­ğı za­man, bu­nun da ge­çe­ce­ği­ni dü­şü­ne­rek te­sel­li ola­ca­ğım. Ba­şa­rı ile se­vin­di­ğim za­man, bu­nun da ge­çi­ci ol­ma­sı ne­de­niy­le ken­di­mi uya­ra­ca­ğım. Fa­kir­lik­ten bo­ğul­du­ğum za­man, ken­di­me bu­nun da ge­çi­ci ol­du­ğu­nu söy­le­ye­ce­ğim. Zen­gin­lik için­de yüz­dü­ğüm za­man da ken­di­me bu­nun ge­çi­ci ol­du­ğu­nu söy­le­me­li­yim. Evet, asır­lar­dır ayak­ta du­ran, sa­ray­la­rı, köşk­le­ri ya­pan­lar ne­re­de? Yap­tır­dık­la­rı sa­ray­la­rın bah­çe­sin­de gö­mü­lü de­ğil mi? Ve bir gün bu sa­ray­lar da yok olup top­ra­ğın al­tı­na gö­mül­me­ye­cek mi?


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Bu­gü­nü gü­lü­cük­ler­le, te­bes­süm­le ta­mam­la­ya­ca­ğım. Bu­gü­nün mut­lu­lu­ğu­nun ta­dı­nı bu­gün çı­ka­ra­ca­ğım. Çün­kü o, ku­tu için­de sak­la­na­bi­le­cek bir to­hum de­ğil­dir. O, şi­şe­de sak­la­na­cak ilaç da de­ğil­dir. Ya­rın için bi­rik­ti­ri­le­mez. Bu to­hum ay­nı gün ekil­me­li, ha­sa­dı ay­nı gün ya­pıl­ma­lı­dır.

Bu­gün ba­şa­rı­sız­lık­la­rı­ma gü­le­ce­ğim ki, ye­ni düş­le­rim kay­bol­sun­lar. Ba­şa­rı­la­rı­ma gü­le­ce­ğim ki, ger­çek de­ğer­le­ri­ne bü­zül­sün­ler. Kö­tü­lük­le­re gü­le­ce­ğim ki, ben tat­ma­dan yok ol­sun­lar. İyi­lik­le­re gü­le­ce­ğim, bü­yü­yüp bol­la­şa­cak­lar. Her gün, yal­nız­ca gü­le­rek baş­ka­la­rı­nı gül­dür­dü­ğüm za­man, za­fer ola­cak­tır. Her gü­lüm­se­me bir al­tın­la de­ğiş­ti­ri­le­bi­lir ve yü­rek­ten sarf et­ti­ğim her gü­zel söz ka­le­ler in­şa eder. Gü­le­bil­di­ğim, te­bes­süm ede­bil­di­ğim sü­re­ce gön­lüm ay­dın­lık olur. Şu söz­le­ri ken­di­me slo­gan edi­ne­ce­ğim:

GÜ­LER YÜZ EV­Lİ­YA­LIK ALA­ME­Tİ!

Müs­lü­man gü­ler yüz­lü, mü­na­fık asık su­rat­lı olur.

Te­bes­süm, be­da­va­dır, ala­nı mut­lu eder, ve­re­ni üz­mez.

Hu­zu­run anah­ta­rı te­bes­süm­dür.

Te­bes­süm ede­me­yen za­val­lı­dır.

Te­bes­süm atom si­la­hın­dan da­ha te­sir­li­dir.

Te­bes­süm ate­şin­de eri­me­yen ma­den bu­lun­maz.

Gü­lüm­se­me­si­ni bil­mek, iki ci­han mut­lu­lu­ğu­na se­bep olur.

İs­la­mi­yet, sev­gi, gü­ler yüz, tat­lı söz, dü­rüst­lük ve iyi­lik di­ni­dir.

Bir kim­se­nin ve­li ol­du­ğu; tat­lı di­li, gü­zel ah­lâ­kı, gü­ler yü­zü, cö­mert­li­ği, mü­na­ka­şa et­me­me­si, özür­le­ri ka­bul et­me­si ve her­ke­se mer­ha­met et­me­si ile an­la­şı­lır.

Kalın sağlıcakla…

Gazeteci Yüksel Itak’ın kaleminden ”Buda Geçer”

Hayata dair güzel bir hikaye, hayatta ne oldum değil, ne olacağım demeyi bilmemiz gerektiğini anlamamız için yaşamımızın her döneminde mütevazılığı elden bırakmayıp kendimizi bilerek içten ve samimi yaşamamız gerektiğini  gösteren bu hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Seyyahın yolu uzak bir diyarda şirin bir köye düşer. Köylülere, tanrı misafirini ağırlayacak biri var mı diye sorar.




Köylüler, seyyaha ancak çiftlik sahibi Süleyman diye birinin yardımcı olacağını ve oraya gitmesini söylerler. Seyyah yoldayken birkaç köylüyle daha sohbet eder. Köylülerden Süleyman’ın, o yörenin en zenginlerinden biri olduğunu birde Hasan isimli bir başka çiftlik sahibi olduğunu öğrenir.
Seyyah, Süleyman’ın çiftliğine ulaşır. Köylülerin dedikleri gibi Süleyman misafirini çok iyi karşılar. Seyyah çiftlikte yer, içer ve dinlenir. Süleyman’a ve ailesine kendisini çok iyi ağırladıkları için teşekkür eder ve tekrar yola çıkmadan önce der ki:
– Böyle nimetlerle ödüllendirildiğin ve zengin olduğun için hep şükretmelisin.
Süleyman da seyyaha der ki:
– Zenginlik dediğin nedir ki, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen gerçek, göründüğü gibi değildir. Bu da geçer…
Seyyah, Süleyman’ın yanıtını uzun uzun düşünür… Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, seyyahın yolu yine aynı köye düşer. Süleyman’ı yine ziyaret ederim, beni güzelce ağırlar diye düşünür. Köylülerle konuşurken Süleyman’ın fakirleştiğini Hasan’ın yanında çalışmaya başladığını öğrenir.
Seyyah, Süleyman’ı merak eder ve Hasan’ın çiftliğine gider. Süleyman’ı eski püskü elbiseli, birazda yaşlanmış halde bulur. Nasıl oldu da hizmetkar olduğunu sorar. Süleyman çiftliğinin bir sel felaketinde yıkıldığını, tüm hayvanlarının telef olduğunu, topraklarının da işlenemez hale geldiğini, tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Hasanın yanında çalışmak zorunda kaldığını anlatır. Seyyah, Süleyman’ in haline üzülür. Süleyman, yine de seyyahı bir yere bırakmaz, son derece mütevazi olan evinde misafir eder.




Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır. Seyyah, vedalaşırken, Süleyman’a olup bitenlerden ne kadar çok üzgün olduğunu söyler ve Süleyman’dan su yanıtı alır:
– Üzülme… Unutma, bu da geçer…
Uzun yıllar geçtikten sonra, seyyahın yolu yine aynı bölgeye düşer. Eski dostunu ziyaret eder. Bir süre önce ölen Hasan, ailesi olmadığından, bütün varını yoğunu, en sadık hizmetkarı ve eski dostu Süleyman’a bırakmıştır. Süleyman, Hasan’ın konağında oturmaktadır. Büyük arazileri ve binlerce sığırı ile yine o yörenin en zengin insanı olmuştur. Seyyah, eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar çok sevindiğini dile getirdiğinde yine aynı yanıtı alır:
– Bu da geçer…
Birkaç yıl sonra Seyyah yine Süleyman’ı arar. Ona bir tepe gösterirler. Tepede Süleyman’ın mezarı vardır ve mezar taşında şöyle yazmaktadır:
“Bu da geçer…“
Seyyah, üzgün bir şekilde, “Allah Allah, ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider.
Ertesi yıl, Seyyah, Süleyman’ın mezarını ziyaret etmek için geri döner ama ortalıkta mezar falan kalmamıştır. Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi silmiş süpürmüş ve Süleyman’ın mezarından geriye hiç eser kalmamıştır.




O yıllarda, ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Bu öyle bir yüzük olacaktır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da, mutluluğun rehavetine kendini kaptırmasını önleyecektir. Hiç kimse, sultanın istediği gibi bir yüzük yapamaz. Sultanın kuyumcusu seyyahın eski bir dostudur, ondan yardım ister. Seyyah, nasıl bir yüzük yapacağını dostuna söyler. Kuyumcu yüzüğü hazırlar ve yüzük sultana sunulur. Son derece sade bir yüzüktür bu, Sultan yüzüğü inceler ve gözü üzerindeki yazıya takılır. Üzerinde biraz düşünür ve yüzü aydınlanır. Tam da istediği gibi bir yüzük olduğu için mutlu olur.
Yüzüğün üzerinde ne mi yazıyordur?
“Bu da geçer…”
Hayat Akarken, zenginlik ve güzellikler içinde şükür etmek, fakirlik ve zorluklar karşısında umut etmek. Bu da geçer ve zamanın ne göstereceğini ancak Allah bilir.

Sizde kazanın, insanlıkta kazansın!

Efendim; bu haftada bir konu üzerine doğaçlama yapalım, yaparkende tam yerine denk getirip bir manzara koyalım.

Kimi bu manzaradan feyz alsın,

Kimiside miskin,miskin karalar bağlasın.

Başka bir deyişle “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna asalım”…

Efendim; geçmişten günümüze insanoğlunun bitip tükenmeyen istekleri, arzuları, hayalleri malûmunuz. bu normaldir. Lakin; bu istek, arzu ve hayallere daha çok hırs yapıp dozunu kaçıranlar,  doğrudan sapıp hakkaniyetten uzaklaşanlar, hedeflerine ulaşmak için hatta ve hatta daha fazla ileriye gidip tüm güçlerinin kendilerinde olma isteği ile Adalet terazisini aşma noktasına gelenlerin durumu ise pekte normal değil.. bu normal olmadığı gibi üstüne üstlük karanlık bir yola sapıp aydınlık ararlar. çünkü fazla hırs ve sahiplenme duygusu iç güdülerine gem vurulamaz hale getirir. ve iç dünyalarındaki yüksek dozdaki güç isteği onları maalesef ama maalesef acımasızca bitirme noktasına getirir.




Bu ve benzeri durumlara sebep olan nedenler işe doğruluktan uzaklaşmak, riyakârlık, sahtekarlık, ukalalık ve çok bilmişlik vesaire…

Kötülükler saymakla bitmez ama iyilikler yapıldıkça kötülükler ölür, biter, yok olurlar. çünkü hiç bir kötülükle yapılmış iş karanlıkta kalmaz er veya geç gün yüzüne çıkar…

Şimdi de yazımın başında belirttiğim gibi, bir konu üzerinden genel bir doğaçlamamızı  yaptık.. sonuna da manzarayı koyalım…

Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış. Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.

Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.




Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş. Köylüler “Bu işin içinde bir iş var.” diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.

Sanırım bizim buradan kötülere karşı bir iyilik yapıp söyleyeyeceğimiz sonsöz şu olacak. Belki saman altından çok sular akıtabilirsiniz ama; gün gelir O suların içinde acımasız ve feryatlar içinde boğulursunuz. gelin doğru yolu seçin sizde kazanın, insanlıkta kazansın …

Kalın sağlıcaka…

Müzeyyen şehir ”Manisa”

Manisa’mızın tarihi ile ilgim olduğundan Sosyal medya hesabımda “Manisa’nın Tarihi Değerleri” adı altında bir Gurup sayfası açmıştım bu vesile ile “Eski Manisa Fotoğrafları” adı altında çok kıymetli insanların ve çok kıymetli eski nadide eserlerin buluştuğu sayfa ile tanışmış oldum ve sayfanın editörü Beğendik Kuyumculuk sahibi ve herşeyden önce dürüstlüğü ve samimiyeti ile mükemmel bir insan Atilla Beğendik kardeşimin mekanına gittim. Havadan, sudan derken söz tabiiki Şehzadeler Şehri yeşil cennetimiz Manisaya geldi. Sayfasının yanında Manisa Tarihi ile ilgili de bilgi donanımı olan, aynı zamanda makaleleri bulunan bir kardeşimiz ve en büyük hobilerinden biride benim gibi Manisa’yı fotoğraflarla görselleyip gelecek nesillere bir miras bırakabilmek…

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Muhabbetimiz esnasında yazmış olduğu bir makale olan “Evliya Çelebi’nin Seyyahatnamesinde Manisa” adlı yazısı çok hoşuma gitti ve bu güzellikleri güzel bir ifade ile aktardığı bu kıymetli yazıyı aynen yayınlamak üzere kendisinin muvaffakiyetini aldım, işte sizi eskilere götürecek, hayallerinizi canlandıracak bu güzel yazı ile başbaşa bırakıyorum…

Atilla Beğendik’in aktardığına göre Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâmesinde Manisa şöyle anlatılıyor:
Manisa şehri,dumanlı dağın eteğinde doğudan batıya uzunlamasına kurulmuştur. Evlerinin yarısı dağa yaslanmış havadar evlerdir.. Hepsinin yüzleri kuzeye doğru bakar, yarısı da aşağı düzde yapılmıştır.Manisa şehri, tarihi büyük bir beldedir.
Manisa şehri kumsal bir zeminde kurulmuş olduğundan her tarafı taşlarla döşeli,kaldırımlı değildir.Fakat Bezazistan semtleri,Saraçhane ve Kavafhane çarşısı ve kalealtı ile Çeşnigir Camii civarı ve bütün mezat yerleri baştan başa usta eliyle döşenmiş beyaz taşlı,temiz kaldırımlıdır..
Halkı gayet pak, temiz ve zarif olduklarından çarşı ve pazar yerini temizlik amelelerine temizletip,sulatarak serinletirler.Herkes dükkanında tozsuz,topraksız tertemiz oturarak alışveriş yapar.. Bütün dükkan sahipleri Çin işi olan çini vazoların içine mevsiminde Gül, Sümbül, Fulya, Fesleğen, Leylak ve Zambak koyarak dükkânlarını süslediklerinden bu çiçeklerin kokusu caddelerden geçen insanlara siner.

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Çarşının bütün yolları Çınar,salkım Söğüt, Kavak ağaçları ve Asma fidanları ile süslenmiş olup,koyu gölgeliktirler.. Havasının güzel ve serinliğinden,kadın ve erkek müşterileri çoktur..
Etrak(Türkler) diyarı olmasına rağmen, eski bir hükümet merkezi ve büyük bir şehir olduğundan halkı anlayışlı güzel konuşur, kültürlü ve bilgili olup şairleri çoktur..
Vilâyet ahalisinin ekserisi sanat sahibi, kanaat sahibi ve ibadet sahibi olup, dostluğa çok kıymet verirler.. Halkın ekserisi yünlü kumaştan yapılmış ferace ile serhaddi ve kontoş(Osmanlı Devletinde yüksek makamdaki kişilerin giydiği giysi) ve nazik Boğazı Elvan bez giyerler..

Nice bin fukaralar,Mevlevi külahı üzerine Muhammed’i sarık sararlar..Kadınları siyah, mavi ve kırmızı renklerde beğendikleri çeşit ferace ve yünlü kumaştan yapılmış ferace giyen ve gayet terbiyeli hareket eden hatun kişilerdir..
Halk kazancını ekseriya el tezgâhlarında, Manisa alacası isimli kumaşı dokuyarak temin eder.. Mahâlli işlemeleri de meşhurdur.. İklimi, dört mevsim bir arada olduğundan havası mutedildir.. Kıblesi şehrin arkasındaki Duman Dağına bakar..
Bu şekilde güzel Manisa’mız,Yüce Rabbimizin nazar ettiği mamur bir şehirdir.”

Yine Evliya Çelebi’nin ifadesiyle, “Manisa Mimarimizin nadide eserleriyle süslenmiş Müzeyyen bir şehirdir… kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Hiç kalp kırdınız mı?”

Hiç kalp kırdınız mı veya kalbinizi kıran oldu mu? Sanıyorum insanoğluna özgü duygular bunlar. Zira başka hiçbir canlı da böyle bir duygunun var olduğuna inanmıyorum.

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Evinizde beslediğiniz bir köpeğe kızarsınız, söylenirsiniz hatta yeri gelir bir tekme atarsınız, fakat yine de o size asla darılmaz. Kısa bir süre sonra sizi gördüğünde sevgiyle kuyruğunu sallar, sevgi dolu gözlerle bakar. Biz insanlarda durum başka. Kalbimiz kırıldığında tüm her şeyi unutursunuz, o olay sanki dünyanın en kötü olayıdır. Dünya başınıza yıkılmıştır. O insanı bir daha affetmemeyi düşünürsünüz. Onunla olan tüm iyi anılar birden bire silinmiştir hafızalardan. Belki şok olmuşsunuzdur ,böyle bir hareket beklememişsinizdir ondan. Ama olan olmuş, kırılan kırılmıştır.

Bir ihtiyar ile sohbet ediyordum. Zaten oldum olası yaşlı inanları severim. Anıları çok olur onların. Şiire meraklı bir ihtiyardı, hemen ayak üstü dörtlükler uyduruveren bir ihtiyarcık. Sohbet sırasında derin bir iç çekerek;

“Kırma dostun kalbini,
Onaracak ustası yok.
Soldurma gönül çiçeğini,
Sulamaya ibrik yok.”

Yüzünde, onca yılın çizgisi, ellerinde yıllarca toprakla uğraşmanın sağladığı nasırlarıyla ihtiyarcık böyle demişti. Sevgiyle bakan, artık iyice çukura kaçmış gözlerinde bir an parıldayan bir damla yaş gördüm. Belki geçmişte yapılan bir yanlışı anımsamıştı. Zaten yine onunla cezalar, kanunlar, hapishaneler üzerine yaptığımız bir söyleşide;
“Cezaevleri boşuna hoca efendi demişti. En güçlü ceza evleri vicdanımızdır. Vicdanın rahat olmadıktan sonra suçun af edilmiş, özgür kalmışsın ne çare? Vicdanın olmadıktan sonra en berbat mapus damlarının sana faydası ne?” demişti.

O günden sonra davranışlarıma, sözlerime, sosyal ilişkilerime daha bir dikkat eder oldum. İnsanları kırmamayı, kırılsam da kırmamayı ilke edinir oldum.
Bazen bilmeyerek de olsa birilerini kırdıysam ve o kırdığım insan bunu bana hatırlatırsa , o vicdan azabı bana zaten yeter. O insanı tekrar kazanabilmek için şartlar ne kadar zor olsa da yine de denemeyi göze alırım.İhtiyarın dediği gibi ” Onaracak ustası yok ” olmasına rağmen,usta titizliğinde olmasa da çıraklık mertebesinde çaba gösteririm.
Günümüz insanı daha gerçekçi, sosyal ilişkiler hep karşılıklı çıkarlar ile donanımlı. Kalp kırılmış, kırılmamış, dostluklar bitmiş, bitmemiş önemi yok. Önemli olan o günü kâr ile kapatabilmek. ” Dostum bana küsmüş, küserse küssün, onun bileceği bir iş ” mantığı hakim.

En güzeli geçmişte kalan dostluk değerlerine sahip çıkmak, bir birimize daha saygılı, daha hoşgörülü yaklaşabilmek, hepsinden önemlisi kişilere karşı içimizdeki o kahrolası önyargıyı yok edebilmek. Toplumsal barışı ve huzuru istiyorsak bunlar çok önemli unsurlar.
Yoksa o olmayan ustayı aramakla daha çok zaman harcarız… Kalın Sağlıcakla…

Page 2 of 3

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén