Etiket: emre tamirciler Page 1 of 2

Bursa’da bulunan Hayal kütüphanesi’nde 23 nisan coşkusu!

Bursa’nın Yıldırım içerisinde bulunan Sarıbal market ve içerisinde yer alan Hayal kütüphanesi mahalle’de bulunan çocuklardan yoğun ilgi görüyor. Yaptığı etkinliklerle ve projelerle adından sıkça söz ettiren işletme sahibi Emre Tamirciler, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve çocuk bayramı için güzel bir etkinlik gerçekleştirdi.




23 nisan dolayısı ile düzenlenen resim yarışmasında güzel görüntüler ortaya çıktı. Miniklerin çizimleri ile güzelleşen etkinlik’te resimler sergilendi. Etkinlik ile ilgili konuşan Emre Tamirciler,  ”Herşeyden önce yüreğini koydular kısaca ortaya. Çocukların yüzü güldü bizimse yüreğimiz” dedi. Tamirciler, konuşmasının devamında: ”Daha önce 29 Ekim Cumhuriyetin 100. Yılını mahallemdeki yüreğini güzel insanlar sayesinde el ele vererek bir etkinlik yapmıştık. Büyük – küçük herkes katılmıştı o gün, çok eğlenmiştik, mutlu olmuştuk. En önemlisi yüreğimizde ayrı bir huzur vardı. Haliyle çocuklar da yaklaşan resmî bayramlar için bir beklenti içerisine girmişlerdi.”




”Ve bana gelip “Emre abi, Hayâl Kütüphanesinde 23 Nisan etkinliği yapacak mısın?” Diye sordular. Neden olmasın dedim. Yüreği güzel dostlarımıza ulaştım, onların da fikirleriyle bir resim yarışması düzenledik. Çocukların yapmış olduğu resimleri sosyal medya hesaplarımızdan paylaşıp Hayâl Kütüphanesinin bulunduğu alanda sergileyip oylamalar yapıldı. Herşeyden önce yüreğini koydular kısaca ortaya. Çocukların yüzü güldü bizimse yüreğimiz. Yaşayamadığımız çocuksu duygularımızdı belki de çocuklara yapmış olduğumuz hazırlıklar. Fotoğraf karesinde görünenler / görünmeyenler olarak kocaman aileymişiz meğer, bunu anladım. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyor, yüreğinden öpüyorum. Nice etkinliklerde buluşmak dileğiyle” ifadelerini kullandı.

 

 

Emre Tamirciler’in kaleminden ”Boşluk”

Bu zamana kadar yazılarıma hangi kelimeden başlayacağımı bilemedim. Kağıtlar üzerinde kalemim yıllarca dans etti belki ama bir türlü başlangıcı bulamadı. İçimizi kaplayan, kendi benliğimizi – özümüzü kaybedip yanlışlar yaparak yaşamamızın en büyük sebebi; İnsanın kendini boşlukta hissetmesidir – diyebilir miyiz? Bilmiyorum. Son dönemde karşılaştığım, sohbet ettiğim insanların içinde koca bir boşluk görüyorum sadece.

Yazar Emre Tamirciler’in kaleminden; ”Kaybedilen Her Ne Varsa”

Uzun zamandır satırlarımdan ayrıyım; bu yüzden kelimelerimin boynu büyük kaldı bembeyaz kağıtlarda. Özledim; masumca yaşadığımız, kalp kırmadan yaşayabildiğimiz ve en önemlisi bir gün öleceğimizi bilerek yaşadığımız zamanları özledim. Büyüdükçe kaybettik; önce masumiyetimizi, sonra da iyi niyetimizi. Memleketi, ırkı, mezhebi, rengi ne olursa olsun; bir çocuğun başını okşamayı çok gördük kendimize. Yağmurdan kaçarcasına kaçtık birbirimizden! Ailemizden, akrabalarımızdan, dostlarımızdan…


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

kısacası bizi var eden her şeyden kaçtık. Yabancı limanlara sığındık! Kendi hayatımızı mültecilere çevirdik. Karşı tarafın bizi hoş karşılayacağını düşündük ama onlara yaklaştıkça kurşunlar yağdırır gibi gerçekleri yağdırdılar üzerimize. “İstenmiyorsunuz” dercesine… Halbuki başta istercesine hareket eden, merhamet sergileyen onlar değil miydi? Onlar sayesinde kurşun gibi kelimeler sarfetmedik mi birbirimize? “Öleceksin bir gün!” Diyerek haykırmadık mı gerçekleri, ölümün zamanını dahi bilmeden! Yanlışlar yaptık, bizi sevenleri hüzünlere boğarak… Halbuki bizi sevenlerin nokta kadar kıymetini bilebilseydik, biraz olsun sevgi ve saygıyla yaklaşabilseydik her şey çok farklı olabilirdi, ama yapamadık.

Paylaşmayı beceremedik…!
Ülkemiz alevler içerisinde yanarken “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dercesine çekildik kendi kabuğumuza. Salgın hastalıklarımızda maskelerimizi takmayıp kendi hayatımızı tehlikeye attık bir başkasının sağlığını düşünmeden! “Önceden komşusu açken tok yatan bizden değildir” derdik, şimdi bizden olmayana “karnın aç mı?” Sorusunu sormayı bırakın hâl hâtır dahi sormaz olduk. Oysa kendin aç olsan bile elindekini paylaşman dünyadaki en lezzetli şeydir. Ama biz bunu bilemedik.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Sevmeye kalktık bir çoğumuz. Masumca duygularla ulaşmak istedik karşımızdaki insanlara. Yanında olduğumuzu, yalnız olmadığını bilmesini istedik karşımızdaki insanın. Görüşemesek bile defalarca aramamızla, mesajlarımızla her anında varolduğumuzu bildirmek istedik. Yanımıza koşarak geldiği günlere teşekkür adına, topuklarından öptük Yüreğimizi titreten insanın! Ve kıçına tekmeyi vuran kişi kazandı, biz kaybettik. Art niyetin kol gezdiği, insan müsveddesi gibi yaşayıp birbirini harcayanların, vermek için öncelikle isteyenlerin, kısacası “benim bu durumdan kârım ne olacak” diye düşünenlerin arasında “insanca” yaşayabilmek çok zor oldu. Beş vakit namaz kılarak ahireti kazanacağını düşünen insanlar “hayatımızda en büyük yaralar açan insanlar” oldu. Kalp kırmaktan, üzerimize tehditler yağdırıp, kırıp dökmeyle bir şeyleri yoluna koyacağını düşünen insanlar yüzünden bu hale geldik. Özür dileyerek söylüyorum ama bazı insanlar bekçi köpeği gibi oldu. Mevzisine girdiğimiz zaman havlayıp ısırmaya çalışan, fakat önüne kemik atıp başını okşadığımızda kuyruğunu sallayan bir köpek gibi… Bu kadarına gerek yoktu aslında. Böyle yaşayıp insanların hislerini kaybetmesine sebep olmanıza gerek yoktu.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Gelişi güzel konuştunuz mesela, yargıladınız! Fikirler verdiğimizde “sen ne anlarsın, daha yaşın kaç?” Dediniz. İşimizde yorulduğumuzu söylediğimizde “sanki ne iş yapıyorsun, oturduğun yerden para kazanıyorsun” dediniz. Kendimize bakım yaptık, hoş kokular süründük “erkek adamın kendi kokusu yeter” dediniz. Kavrulmuş soğan gibi koktuğunuzu söylediğimde yüzüme nefretle baktınız. Pahalı araçlara binip ticaretini yaptık “zaten modeli düşük bunun, kazalıdır hem” dediniz çekemediniz. Bir yakınımızla yaşadığımız durum gözlerimizin önüne geldi ve bir daha o durumu yaşayamayacağımızı öğrenip bir “offf”çektiğimizde “gencecik adamsın, neyin olabilir ki off çekiyorsun” dediniz. “Kuzenimi trafik kazasında kaybettik” dediğimde yaptığınız yargıdan pişman olup baş sağlığı dilemeye kalktınız. Daha sayamadığım bir çok sebep yüzünden, yarına çıkma hevesimizi dahi bizden götürdünüz! Çoğumuzun anlık gülüşleri, anlık mutlulukları var. Çünkü mutluluğu bu kadar pahalı ve zor yapan insanlarımız var çevremizde. Sahip olduklarını bilmeyen, aç köpekler gibi etrafa saldıran, önce kendine sonra da etrafındakilere karşı saygısı olmayan, insanlardan bir şeyleri ç/almayı kendi üzerine hak gören mahlukatlarla dolmuş dünya dediğimiz. Çok zor biliyorum ama art niyetleriniz ile beraber defolup gidin güzel hayatımızdan. Çünkü biz “siz yokken” çok mutluyduk…

Emre Tamirciler

Emre Tamirciler’in kaleminden; ”Bazen”

Özler bazen insan…

Çocukluğunu, dertsiz kedersiz zamanlarını, özgürlüğünü ve zamanında sahip olupta  kıymetini bilemediği bir çok şeyi…

Hâyâllerde yaşar bazen insan! Toz pembe görünür hayat onlara. Ve bazı gerçekler yaşanınca o toz pembe bulutlar yerini kara yağmur bulutlarına bırakır. İçinde özlem duygularını yaşadıkça sicim yağmurları gibi yağar, o koca bulutlardan yüreğinin en derinine.

Güzel bir kadına soruyorum; Hayatında en çok özlem duyduğun şey nedir?”
Önce bir yutkunuyor, uzaklara dalıyor, çantasından bir sigara çıkarıp o kuruyan dudaklarının arasına yerleştirip yakıyor. Bir duman aldıktan sonra  “annem, eğer annem yaşasaydı çatlayan topuklarından öperdim onu” diyor ve ardından kuracak tek bir cümle dahi bulamıyorum.

Anne… ayrılık insana elbet ağır gelir ama anne ile ayrılığın acısının tarifi yokmuş. Bir annenin evladına gösterdiği merhamet kimsede yokmuş. Ben kendimi babama olan düşkünlüğümden bilirdim. “Baba” dendiği zaman ondan daha merhametli, şefkatli bir varlığın olmadığını düşünürdüm. Ama askerde o gecenin en soğuk 03:00-05:00 nöbetlerinde sadece anneme şiirler yazdım biliyor musunuz? Nefesinle buğulanan nöbet kulesinin penceresine baş örtülü bir kadın çizdim her gece, defalarca alnından öptüm onu ; kayboluyorsun anne… Boğazım düğümlendi konuşamadım ben o gecelerde. Gözlerim buğulu görmeye başladı karşımda duran kocaman şehrin ışıklarını. İyi ki hayattasın anne…


 

Bu arada hayatımda ilk kez mutluluktan ağladım biliyor musunuz? O da askerden geldiğim ve anneme sarıldığım ilk an’dı.

Başka bir güzel kadına soruyorum. Aslında tüm kadınlar güzeldir ama içinde “anne” duygusunu, merhametini, Allah’a olan inancını da ortaya koyunca eşi benzeri olmayan bir güzellik çıkıyor.

Nedir diyorum en mutlu olduğun, duygularını tarif edemediğin zaman; evladımı dünyaya getirdikten sonra onu kucağıma alıp gözgöze geldiğim an” diyor.

Düşünsenize aylarca içinizde büyütüyorsunuz, bazı gecelerde sancılarınız sizi uyutmuyur, gecenin en olmadık saatinde bir tekme atıyor ve hem uykunuzdan ediyor hemde bir daha uyumanıza müsaade etmiyor ve aylar sonra avuçlarınıza alıyorsunuz içinizde büyüttüğünüz evladınızı.  Gözleriniz buluşuyor, kokusunu duyuyorsunuz ve tüm çektiğiniz acılar ile birlikte doğum sancılarınızı da unutuyorsunuz. El bebek gül bebek yetiştiriyorsunuz evladınızı. Emzirip merhametinizle doyuruyorsunuz, gazını çıkartıyorsunuz, altını temizliyorsunuz, yıkayıp paklayıp o mis kokusunla yatağına yatırıp uyutuyorsunuz. Odasına girdiğinizde   o hep merak ettiğimiz ama çok zor sahip olduğumuz huzurun kokusunu duyuyoruz. O zaman diyoruz ki iyi ki, iyi ki doğmuşsun evladım.

Çok çabuk geçiyor o bebeklik dönemi. Emeklemeleri başlıyor. Başta zorlanıyor emekledikçe de hızlanıyorlar. Oyunlar oynuyorsun, o hızlı hızlı emekleyip senden onu yakalamasını isterken, arkasını dönüp bir gülüş atıyor, yaşadığın o âna şükürler ediyorsun. Sen ev işleri ile ilgilenirken çocuğun salonda oyuncakları ile baş başa bırakıyorsun. O ise yerinden doğrulup mutfağın kapısına gelip “cee eeee” yapmak isterken düşüp başını vuruyor. Tüm işinizi gücünüzü bırakıp yanına koşuyorsunuz. Evladınızı yerde haykırışlarla ağlayarak görünce aklınızı anlıkta olsa kaybediyorsunuz.

Akşam oluyor ve eşiniz işten yorgun geldiğinde günün yorgunluğu ile birlikte işin verdiği stres ile size sesini yükseltiyor. Sabır diliyorsunuz Allahtan…


 

Bir sonraki akşam işten geldiğinde ellerinde çiçeklerle sizden özür diliyor ve affediyorsunuz…
“Ne gerek vardı bey, seni affedişim tebessümünde saklı” diyorsunuz. Yemek sonrası akşam kahvesini yudumluyorsunuz birlikte. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru kafa dinlemek adına bir film açıp TV karşısına uzanıyorsunuz ve evladınızın ağlamasını duyunca doğrulup yanına gidiyorsunuz. Yükselen ateşini düşürmeye çalışıyorsunuz, sonra bir bakıyorsunuz ki sabah olmuş.

Okul dönemi başlıyor, alfabeyi harf harf öğreniyorsunuz yine onunla birlikte. Bazen zorluyor, bazen çalışkanlığı tutuyor çabucak yapıyor, çoğu zaman yoruluyor.

Kendimden bilirim; ablam bana ders yaptırdığı sırada benim de uykum gelirdi. Babam beni uzaktan izler ve anneme; hanım hadi gezmeye gidelim” dediğinde uykulu gözlerim açılır, enerjim yerine gelirdi. Her minik öğrencinin yaşadığı yaşadığı durumlar bunlar 🙂

Ve büyü(tü)yorsunuz…

Ortaokulu, liseye geçiş sınavı, ergenlik dönemi, anne-babaya baş kaldırmalar, arkadaş çevresine uymalar, dışarıya merak sarmalar, sosyal medya düşkünlükleri, kabını beğenmemeler, derslerinin zayıf olması ve tüm bunların yanında o televizyondan gördükleri saçma sapan aşk hayatlarına özenmeler. Aşkın yaşı yoktur eyvallah ama eğer o aşk sürdürülebilir bir aşk değilse eğer, onun travmaları insanda derin izler bırakıyor.

Bir anne olarak evladınızın hâl ve hareketlerinde değişiklik görüyorsunuz. Hissediyorsunuz… O her zaman size neşeyle bakan, Gülen gözleriyle sizi selamlayan bir hâli yok. Merak edip soruyorsunuz…
Uzun uzun susuşlar iniyor o vakit kalbin derinliklerinden, dile getiremediği tüm kelimelerine… Birer birer dökülüyor, içinde kopan fırtınalar ile birlikte.


 

“Sen hiçbir şeye değmeyen beyinsizin tekisin” dedi anne. Yaptıkları yetmemiş gibi bir de böyle şeyler söylüyor, nasıl onunla zaman geçirmişim anlayamadım. Kendimden nefret ediyorum…” diyerek omzunuza yaşlandığında evladınız, o vakit hayatına aldığı ve onu şuan darmadağın eden insan müsveddesini paramparça etmek istiyorsunuz ama yapamıyorsunuz..

İnsanoğlu işte. Kedi misali ulaşamadığı ciğere mundar diyor. Eğer istediğinde zaten ulaşabilseydi böylesine kötü davranmazdı.

Aşağılık insanlar karşısındaki insanları da öyle görürlermiş bunu da unutmayın!
Bir zamanlar bunun travmalarını evladınıza atlatmakla uğraşıyorsunuz. Büyüyüp Kocaman bir kız oluyor. Üniversite sınavlarına giriyor ve diyor ki “anne ben üniversiteyi kazandım. Sevinçten gözleriniz doluyor, evladınıza gururla bakıyorsunuz. Mutluluğunuz gözlerinizden belli olsa da yüzünüze acı bir ayrılığın öyküsü yerleşiyor ve evladınızın bundan BÖyle başka bir şehirde olacağını bilmek içinizi acıtıyor. Endişeleriniz, hüznünüz, mutluluğunuz hepsi karmaşık bir hâl alıyor ve evladınızdan ayrılıyorsunuz. Gün içerisinde yaptığınız on dakikalık telefon görüşmeleri yerini saatlere bırakıyor. En az iki saat telefon görüşmeleri yapıyorsunuz. Ve soruyorsunuz beklemediği bir anda evladınıza; kendini en huzurlu hissettiğin an ne zaman kızım? Diye. O da “Allah’a olan ibadetimle o’na kavuştuğum an “anne” diyor. Ve bir kez daha şükürler ediyorsunuz…

Emre Tamirciler

Emre Tamirciler’in kaleminden; ”Unutuyoruz”

Ve insan en büyük ihaneti, onu en çok sevene yaparmış. Yalnızlığımıza kimseler karışınca anlıyoruz!
Öyle bir an gelir ki, çocukluğumuza dair yaşanılan özlemler insanın içinde büyür kocaman bir dağ olur. Umutla baktığımız yarınlar, o bize güç veren yarınlar bugün bizden kopup gittiğinde pamuk ipliğine bağlı dostluklar karşısında bir sigara yerleştiririz kuruyan dudaklarımızın arasına. Uzaklara dalarız, içimiz acır. O vakit, işte o vakit hiçbir cümle kuramayız. Boğazımıza bir yumru çoktan oturmuştur bir kere.




Yarı uyanık zamanlar geçirdik bir çoğumuz. Bazen bir hastane odasının o samimiyetsiz duvarlarını izleyerek dualar ederken bulduk kendimizi. Bazen de pamuk ipliğine bağlı yaşamların koparılıp gitmemesi için dualar ederken. Sanki tüm mutluluğumuz oymuş gibi, başka hiçbir şey bize huzur vermeyecekmiş gibi, sanki ilk kaybettiğimiz oymuş gibi zamanlar yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz.
Kabul edelim; birçoğumuz elimizdeki değerleri kaybetmeden kıymetini bilmiyoruz. Anne, baba, eş, dost, sağlık vs. Sahip olduklarımızın değerini anlamadan geçiyor hayat dediğimiz. Onca kaybolmuşluğumuzun arasında kendimizi bulduğumuzu zannedip en büyük ihaneti, en büyük saygısızlığı o zaman kendimize yapıyoruz. Oysa hayat dediğimiz şey geçmiş pişmanlıklarla yaşanacak kadar uzun değil!




Zamanı geldiğinde öyle güzel mutluluklar yaşıyoruz ki, başkalarının durumlarını görmüyor, sadece dünyada kendimiz yaşıyorcasına hareket ediyor, bencil insanlar haline geliyoruz. Keyifle uyuyor, mutluluk-neşeyle uyanıyoruz. “Varsın olsun, nasılsa bugün benim günüm!” diyerek en yakınımızdakileri dahi görmüyoruz. Çünkü odaklandığımız tek şey yaşadığımız duygu yoğunluğudur, başka bir şey değil!
Saygımızı yitiriyoruz tüm çevremizdeki insanlara; Annemize, babamıza, kardeşimize, arkadaşlarımıza… İşimize giderken ağacın tepesinde günü cıvıltısıyla selamlayan kuşa, beklediğimiz otobüs durağında ayağımıza dolanıp bizden şefkat bekleyen kediye vs. Saydığım çoğu şeye saygımızı yitirdiğimiz gibi, unutkanlığımız da başlıyor, o içimizdeki duygu yoğunluğuna kapılmışken. Doğum gibi neşeli haberleri yaşarken, ölüm gibi gerçekleri de unutuyoruz. Ve bizi yaratan, tüm kâinatın ve kudret sahibi olan ALLAH’ı unutuyoruz. Söyler misiniz o halde, insana verilen en büyük nimet “unutmak iken, aynı zamanda “ihanet” değil midir?
Böyle böyle kaybediyoruz işte yarınlarımızı. Mutlu olduğumuz zamanlar başarabildiğimiz kadar sadece “anı” yaşıyoruz. Bu zamana kadar yaşadıklarımızı yukarıdan bakmaya çalışıp tablo olarak gördüğümüzde genel durum; dünler ile yaşayıp, yarınlara olan inancımızı yitirip, bu günleri yaşamadığımız gerçeğidir.




Konuyu dağıtmadan asıl belirtmek istediğime dönmek istiyorum; UNUTUYORUZ arkadaşlar! Sonra başımıza bazı olaylar geliyor, yaptıklarımızı tek tek hatırlamaya başlıyoruz. Dertleniyoruz, kederleniyoruz, hüzünleniyoruz. Yaşadığımız bu durum kötü kararlar almamıza sebepler doğuruyor. Kötü alışkanlıklara yönelmeye ramak kala durup kendimizi, hayatımızı sorguluyoruz.” Ailem bunu hak edecek insanlar mı? “ sorusunu kendimize sorduğumuzda duraksıyoruz. Sonra bir derde, sıkıntıya düşen insanların ne yaptığını araştırıyoruz. Dua ediyorlar… Kısaca bir yaratıcının olduğunu, tüm güç ve kudretin ona ait olduğunu hatırlıyorlar.




Bu kez uzun zamandır yapmadığımız şeyi yapıyoruz. Abdestimizi alıp, namazımızı kılıyoruz. Alnımız secdeye değiyor, iç huzuru yaşamaya başlıyoruz. Secdede ettiğimiz dualar ârşa ulaşıyor ve bu kez rahmet olarak yağıyor, gökyüzünden yeryüzüne… Huzur buluyoruz. Durumumuz aynı şu şekilde; nasıl ki bir halının tozunu almak için defalarca vurup silkeler tozunu alırsak, Allah’ta bizleri halı misali silkeleyip onu hatırlamamızı ve hatırladıkça günahlarımızdan arınmamızı hatırlatıyor. Bu yüzden derdimiz olduğunda ALLAH tarafından cezalandırılıyor diye düşünmeyelim, belki de bizi günahlarımızdan arınmamız için uyarıyordur… RABBİM bizleri unutup ihanet eden kullarından eylemesin. İbadetlerimiz kabul, Ramazan ayımız kurtuluşumuza vesile olsun. Hayırlı Ramazanlar…

Emre Tamirciler

Emre Tamirciler’in kaleminden ”İs Kokusu”

Soğuk merhabalar, nice fırtınaların kopacağı haberin verir, değil mi?

Böyle soğuklarla büyüdük işte seninle.Kirpiklerimizin selamlaşmasıyla anardım seni bir vakit, gözlerimizin kucaklaşmasıyla, katılaşmış yüreğimin çırpınışlarıyla anardım. İçinde sen olan Hayaller yaşardı çocukluğum…


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Mesela çantanda evimin anahtarı, banyomda diş fırçan, bornozumun yanında saç havlun olmasını düşlerdim. Şimdi haftanın 3 günü jilet kesiği soğuklar yaşıyoruz ikimizde. Yetmiyor; geceleri göz kapaklarıma yerleşiyor gülüşlerin. Uyku saati kaçıyor ve seni yaşattığım efkâr masama geçip başlıyorum yazmaya. Saatin bir önemi yok. Anılarımızı yaşatan fotoğraflara bakarken, gözlerimden bir şeyler düşüyor ve seni yaşattığım her harf birbirine giriyor. Kafamı anlıkta olsa dağıtabilmek adına, sosyal medya hesaplarıma göz atıyorum. Çoğu insanın mutluluğunu, fotoğraf karelerine taşıdığını görüyorum. Sonra bir gencin sevgilisine kavuşma anını yaşatan videoyu izliyorum. Kül tabağımı çekiyorum önüme…

Farkettim de; içimde doğduğun günden bu yana çok fazla sigara içiyorum. Ellerimde sigaranın bıraktığı “is” kokusunu yaşarken, sol elimin parmaklarında oluşan sarartıları görüyorum. Ardından sağ elime bakıyorum, o da seni yazarken mürekkebe bulanmış. İki elim ne kadar da birbirinden bağımsız öyle değil mi? Tıpkı b/iz/im gibi…


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Bazı hayatlar dile getirilmezmiş. Dile getireyim derken dil Dönmez lâl olurmuş. Konuşamazmış insan mesela, anlatamazmış içindekileri. Ama karşı taraf anlarmış yine de; göz bebeklerinin büyüdüğünü, içinin titrediğini… Ama görmezden gelirmiş. O vakit iki tarafta kazanmadan kaybedermiş, bunu seninle öğrendim.

Son gelişlerimde yüzüme bakmadığını farkediyorum. Mühim değil ama, sırtını dönmene anlam veremedim. İnsanları sırtından vurmayı sevmem ben. O yüzden bana yüzünü dön, gözlerime bak ve kalbimiz çarpışsın seninle. Sonra seni yaşattığım şiirler dökülsün dilimden. Kimsesizliğe yazılan şiirler değil ki onlar, sahibini arasın be kadın! Sahibi sensin; sevgimin de, öfkemin de, şiirlerimin de…


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Hadi bak gözlerime…
Ölüme fısıldar gibi fısıldayacağım şiirlerimi
Sana söz; geride bırakacağım tüm geleceğimi…

 

Emre Tamirciler
emretamirciler@dskultursanat.net

Emre Tamirciler’in kaleminden ”Ve büyüyorsun”

Yine merhaba sevgili beyaz sayfam. Kirlenmemiş düşlerim, çocuk masumiyetiyle kurulmuş cümlelerim… Anlatmaya nereden başlasam inanın bilmiyorum. Tek bildiğim ise insanların ne kadar bencil ve küstâh oldukları. Bir sohbet anında bile gözlerini kısarak seni dinlemeleri ve kurduğun her bir cümlenin altında bir şeyler aramaları. Çekiniyoruz evet; gün boyu beraber olduğumuz, yediğimizin – içtiğimizin ayrı gitmediği, her daim beraber olduğumuz insanları karşımıza alıp hoş sohbet ettiğimizi düşünürken, o insanların senin gibi düşünmediğini gördüğümüzde bir şeyleri, paylaşmaya çekiniyoruz.




İçimizin samimiyetiyle yaptığımız sohbetin sonucunun negatif sonuçlar doğurması, canımızı da yakmıyor değil. Bunları gün gün yaşadıkça, çocukluğumuzda yaşadığımız masum duyguları iç geçirerek anımsar olduk. Sizi bilmem ama, ben defalarca soruyorum kendime;Neden bu kadar kirlendi dünya? Neden kirlendi insanların düşleri ve neden arttı gün gün yaşanılan ihanetler? Bütün ihanetleri bir araya topladım ve ihanetler kehaneti doğurdu. Yani demem o ki tahmin edebiliyorum artık bazı şeyleri. Oysa çocukken böyle miydi? Ne ihanet kavramını bilirdik ne de kehanet kavramını. Ama zaman öyle bir şey ki, her vakitte bir şeyler öğretiyor insana.

Yüzüne Gülen insanların, aslında yüzüne güldüğü kadar masum olmadığını ortaya koyuyor hayat. Ve büyüyorsun…Acı gerçeklerle, özlemini yaşadığın duygularla, yaşlanıyorsun! Sabahları mutsuz uyanıyorsun mesela. Çocukluktaki gibi başını yastığa koyduğun vakit uyuyamıyorsun. On beş yıl önce yaşadığın çocukluğuna hasret duyarken, uykularını kaçırana bir sigara yakıyorsun.




Büyüyorsun…

Büyümek demek; yaşının bir rakam daha artması değil, yaşadıklarının seni olgunlaştırmasıdır aslında.

Büyüyorsun…

Ayna karşısına geçtiğin zaman eskisi kadar içten gülmediğinin farkına varıyorsun. Gülerken gözlerinin kenarında kırışıklıklar olmuyor mesela. Büyüdükçe kaybediyorsun masumiyetini, samimi-niyetini, tertemiz duygularını… Yaşadığın her bir olay saçlarına yıldızları düşürüyor. Ayna karşısında kendini dikkatlice izledikten sonra anlıyorsun; geç kalıyorsun yaşamaya, günün getirdiği güzellikleri tatmaya…




Hayatında bulunan iki insan arasında “git – gel”ler yaşıyorsun. Sonra ilkinin üzerini karalayıp daha dün tanıdığınla yolculuğa çıkıyorsun. Ve bir süre sonra o yolculuğa çıktığın insan seni yarı yolda bırakmadan önce aklın “üzerini karaladığın” insana kayıyor. Bazen gözlerinlede onu arıyor ‘ ama aradığın yerde bulamıyor – göremiyorsun. Çok kötü değil mi sizce, ardında bıraktığını bir daha görememek…?

Yoluna devam ederken, dikiz aynasını izliyor ve geçmişini arıyorsun. Sonra bir kaza yapıyorsun, o beraber yola çıktığın her kimse hayatını kaybediyor ve sen geçmişinden merhamet dileniyorsun. Üzülüyorum be çocuk, üzülüyorum. Yaşın otuzu devirdi belki ama, sen hâlâ toz pembe görüyorsun hayatı. Düşünemiyorsun ! Bunu yapamadığım gibi; çevrendeki masumları da peşinden sürüklüyor, dizlerinizi kanatıyorsun. Yetmiyor, kanayan yaralarına tuz basıyorsun. Ve sonra diyorsun ki; benim gibi insan mı var yer yüzünde? Araştır! Bir bak bakalım; senin gibi bir insan lazım mı acaba yer yüzüne?




Hiç birimiz, gökyüzünden yere düşen yağmur damlacıklarıyla gelmedik dünyaya. Bu yüzden üzerime basıp geçmenin bir anlamı yok!

Ama sen yine de vazgeçme düşüncelerinden. Birinin üzerine basıp, onu çiğneyerek yükseldiğini – yükselebileceğini farzet. Bir gün elbet toprak olup, çürüyüp gidecek bedenim. Beni örtmek için, bastığın toprak, elbet göçüp çukur olacak. İşte o zaman o çukura sende düşeceksin. Sonra rahmet yağacak gökyüzünden, çamura bulanacaksın. O vakit seni kurtaran da olmayacak. Bunları bilerek nasıl yazıyorsun deme. Sen Bana ihaneti, ben seninle kehaneti öğrendim. Senden sonra şaşırmayacağım hiçbir şeye. Çünkü büyüyorum !




Jilet kesiği soğuklarla sen büyüttün beni çocuk ! Sen yara açtın kalbimin derinliklerine. Yazılar yazdığım yarabantlı defterimin üzerini kapattığım gibi, yaralarımı kapatamadım. Çünkü kesiklerin kanamayı durduramadı. Kanayan yaralar da kabuk bağlamadı, bunu seninle öğrendim !

Bilmiyorum, kaç mevsim daha kanarım, bilmiyorum kaç jilet yarası daha alırım seninle. Ama şunu hiç bir zaman unutma; yaşattığın kadar yaşar, akıttığın kadar kanarsın bu hayatta. Dilerim birgün akıttıklarına boğulmazsın. Şimdilik hoş-çakal.

 

 

Emre Tamirciler’in kaleminden ”Bir umuttu”

Merhaba sevgili beyaz sayfam. Uzun zamandır yazmıyorum. Bedenimin, aklımın yorgun süreçlerden geçtiğini belirtmek isterim öncelikle. İşimden geriye kalan zamanlarda ruhumu dinlemeye bıraktım. Aklım bin bir düşüncelerle boğuşurken zor nefes aldığım bilinsin yeter. Bazen nefes alıyormuş gibi hissederken, çoğu zaman boğuluyormuşum da farkında değilmişim.




“Bir yol göster bana Allahım” diye dualar ederken Rabbime, kendimi ulu caminin içerisinde gözyaşlarıyla ibadet ederken buldum. Namazımın sonunda ellerimi semâya kaldırmış “Allahım hakkımda herşeyin hayırlısını nasip eyle” derken yüreğime yerleşen huzurun tarifi yoktu. Öyle içten ediyordum ki dualarımı; bedenimin titrediğini, gözyaşlarımın parmak uçlarıma damla damla düştüğünün farkına vardım. Üç huzurum tarifsiz. Duamı ettiğim günün gecesinde saat 03:00 sularında bir anda uyandım. Neye uyandığımı, niçin uyandığımı bilmiyorum. Odamın penceresini araladığımda, Kasım ayı içime işliyordu. Bir sigara yakmak istedim. Ellerim (onun ellerinin dokunduğu) sigara tabakamı arıyordu. Buldum sonunda. Bir çakmak sesiyle yaktım sigaramı. Kasım ayı üşütse de; içimi ısıtan hayallerle karanlık sokağımı değil, elleriyle tutup fotoğrafını çektiğim tabakamı izliyordum. O vakit Sezai Karakoç’un yazmış olduğu mısralar geldi aklıma. Sigaramın dumanına yerleşen portre ve titrek sesimle karanlığı izlerken o mısralar döküldü dudaklarımdan;

Sen geldin ve benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi ve üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin
Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu
Bulutlar geldi, altında durduk
Konuştun, güneşi hatırlıyorum
Gariptin! Yepyeni bir sesin vardı
Bu ses öyle benim, öyle yabancı
Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı…




Dizeler sonlandığında sigaramdan son nefes aldım. Üflediğim dumanımda suretin canlanıyordu. Kirpiklerinden öperek iyi geceler diledim. Titreyen bedenimi sımsıcak yatağımın içine hapsettim. Titredikçe daha çok titriyordum. Soğuk bir iş günü, gözlerinin kahvesinden yudumladığım kahvenin telvesi yerleşti dudaklarıma. Saat sabaha karşı 04.00. Ne çabuk geçmişti o bir saat. Seninle alakalı düşüncelere daldım yine. Adını sayıkladığımda güç buluyordu yorgun bedenim. Vücudumun titremesi yavaş yavaş son buluyordu. Saat 05.00 sularında yine uykuya daldım. Huzurla… Sabah alarmının çalmasıyla ok gibi fırladım yatağımdan. Elimi, yüzümü yıkayıp iş kıyafetlerimi giydim. Demli çayımla beraber bir kaç lokma geçti boğazımdan. Her sabah kahvaltı da bana eşlik eden anne-babamı öptüm Yıldız düşmüş saçlarından. “Allah’a ısmarladık” diyerek çıktım yola. Annem her zamanki gibi dualarla yolcu etti. Öyle çabuk hallettim ki işlerimi, yine yanında buldum kendimi. Her zamanki samimiyetinle “Hoşgeldin” dedin. O an içimde açan güllerin sayısını bilmiyorum. Bilirsin, iş esnasında ara vermeyi sevmiyorum. Tüm işlerini bitirip yanıma geldin. Titrek ama narin ellerinle bir sigara ısmarladın dudaklarıma. Ardından sigaramı yaktın. Aslında yüreğimin ateşiyle sigara değil, ikimiz de yakardık biliyor musun? Nereden bileceksin ki…

Bana benim sana baktığım gibi bir kere bile bakmadın biliyorum. O yüzden anlayamazsın içimde alev alan coğrafyamı. Muhabbetimiz devam ederken bir sigara daha ısmarladın titreyen dudaklarıma. Şekerli bir kahve yaptın. O an “bir kahvenin 40 yok hatrı vardır” cümlesi geçti aklımdan, dilim lâl oldu söyleyemedim. Çok ayrıydı tadı, bamb’aşkaydı.

Yine veda zamanı geldi, yine veda ettik birbirimize. Bir çok vedaya şahit oldum ama bu bamb’aşkaydı. Sanki bir daha o kahveyi içemeyecek gibiydim. Öyle de oldu…

Geçen gece, uzun zamandır bir kadına yazılar yazmadığımı farkettim. İmzanı attığın kalemimi aldım elime ve seni yazmaya başladım. İçimden sonbahar yaprakları gibi dökülen satırları yazarken nerede hangi karanlık sokakta yazdığımın hiçbir önemi yoktu. İçimi ısıtan kadınla beraberdim, seninleydim kahve gözlüm.




Bu satırları yazdığım vakit yanından ayrıldığım ilk saat… Dün gece dost meclisinde otururken sürekli senden bahsettim. Herkes hakkımda hayırlısını diledi, huzur buldum. İçimde bir çocuğun bayram sevincini yaşıyordu gençliğim. Bu kez mutluluktan yaktım sigaramı. Sosyal medya hesabıma girdim. Suretinden bir yudum almak adına profilini ziyaret ettim. Bir akşam yemeğinde çekilmiş fotoğrafını gördüm. Ardından profil fotoğrafının değiştiğini, Gülen yüzünle birlikte ellerinde kırmızı gülleri gördüm. Bir fotoğraf karesine ne kadar bakılırsa o kadar uzun baktım ona. Ardından hâl-hatır sormadan “Bu çiçekler kimden?” Mesajını yazdım. “Erkek arkadaşımdan” diye bir mesaj geldi senden. Şok oldum. Daha geçen hafta, sıcak sohbetimizle beraber içtiğimiz kahvenin tadı yerleşti boğazıma. İçimi yaktı…

Mesajına karşılık verdim “hiç bahsetmedin” diye. Bir yanıt daha geldi senden “fırsat olmadı”Ardından “mutluluklar” dileyip titreyen ellerimde bir sigara daha ısmarladım dudaklarıma. İçim acıyordu…




O an yan masada duran çalmağı almak istedim. Doğruluk ayağa kalkmak istediğimde ayaklarımı hissetmiyordum. Gençlerin birinden çalmağı vermesi için rica ettim. İlk nefesi nasıl çektiysem içime, bir anda öksürmeye başladım. Başımı kaldırdığımda karşımda duran boy aynasına baktım. Kan kırmızısıydı gözlerim. İçimde kopan fırtınalarla devam ettim içmeye. Biten sigaramın ateşiyle bir sigara daha yaktım. Bir sigara daha, bir sigara daha… paketimin bittiğini farkettim. Titreyen ellerimi paltomun cebine koydum. Çevremdekilere “iyi geceler” dileyerek ayrıldım yanlarından. Adını sahil kıyısına kocaman harflerle yazdığımız yeğenim Cansu’nun yanına gittim. Sımsıkı sarıldım ona. İyi geceler dileyerek saçlarından öptüm, geçtim yatağıma. Yine dualar ettim Allah’a. Tüm insanlık için sağlık, huzur, mutluluk ve hâyır dileyerek daldım uykuya.

Ve bu gün yine çalıştığın yere geldim. Soğuk bir selamlaşmayla karşıladık birbirimizi. Dikkat ettiğim bir şey vardı; yüzüme bakmıyordun. Önemi yok, gözlerinin kahvesinden içtiğim kadın. Sen yeter ki mutlu ol.

Unutmadan! Son bir selamlaşmamız kaldı seninle. “Doğmamış bebeğine bir mektup yazmanı istiyorum” senden. Çünkü sana merhametinle veda etmek istiyorum.

Hoş-Çakal

Emre Tamirciler
emretamirciler@dskultursanat.net

Ve şimdi aşk, enstrümanını kaybetmiş bir müzisyen kadar anlamsız bu şehirde…

Her yeni doğan güne merhaba diyerek güneşi selamlarken, ömür dediğimiz şey alıp başını gidiyor Farkında değiliz. Biz yaşadığımızı düşünüyoruz, aslında yaşarken gün gün ölüyoruz. Ölürken tecrübeler kazanıyor ömrümüz, bir önceki gün yaptığımız hataları bir sonraki gün yapmamak için elimizden gelen herşeyi yapıyoruz. Günden güne “Yaşamak” ağrısı dolanıyor boynumuza, karanlık çöküyor düşüncelerimize ve saçlarımıza yıldızlar yerleşiyor usul usul hemde bir müsade dahi istemeden. Aşk denilen duyguyu unutuyoruz, o masum sevdalar da yaşanmıyor artık. Kalp ritmi; gözlerin karşı tarafın gözleriyle karşılaştığında değişirken bu zamanda “ten tene” değmeden değişmiyor. Aşk denilen duyguyu beyaz çarşaflı hotel odalarında kirlettiler yada günlük dairelerde. Şimdi oturup ağlayalım yalnızlığımıza…!


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Kelimeler düğümlensin boğazımıza ne çıkar…
Büyüdük, evet büyüdük… Keşke hiç büyümeseydikte herşey eskisi kadar masum ve temiz kalsaydı.

En büyük derdim Bakkal Hakan amcaya gidip ekmek almaktı bir zamanlar. Bir başka zor gelen de annemin verdiği yüklü sipariş listesiydi. “Acaba taşıyabilir miyim?” Ama geçti, tüm bunlar geçti. Geride kaldı çocukluk korkularım. Ben korkularımı, endişelerimi geride bırakırken hayat birer birer aldı sevdiklerimizi. Kimini erken yaşta toprağa verdik, kimini toprağa vermeden bir başkasına yâr ettik. Aşk diye karşımıza çıkanı meşkten saydığımız zaman kirlendi bu duygu biliyor musunuz…

Ve şimdi aşk, enstrümanını kaybetmiş bir müzisyen kadar anlamsız bu şehirde.
O yüzden sımsıkı sarıl bana yalnızlığım, kimseler girmesin aramıza. Çünkü çoğu zaman birşeyler getirerek cümle kurmayı öğrettin bana, ezberi çalıp bozmayı değil…!

Emre Tamirciler
emretamirciler@dskultursanat.net

Emre Tamirciler yazdı; ”Bir adamın yıkılışı kaç mevsim sürer Asya”

Yaşanılan onca güzelliğe duyulan özlem yerini günden güne boşluğa bırakırmış ve kendi kurduğu kelimelerine küsermiş insan. Özlem dediğine hasret duydukça…

Her yeni bir güne uyanıp Allah’a şükrederken, çektiğim besmelenin ardından gönlüme doğan oldun her zaman. Adını yaşayarak ağladığım zamanların hesabını yapmakta uğraşmadım hiç. “Dünyam olmanı istedim!” olmadı… Dilerim olmadığım dünyamdan göçüp gittiğimde ahiretim olman için gelirsin yanıma. Hatırlamanın kolay, unutmanın zor olduğunu yaşarken, silahımın şarjörüne aşk diye doldurdum mermilerimi. Unutmayı seçtiğim vakit kalbime sıktım kurşunlarımı. Şimdi sen diye ölürken, bu kez yalnızlığımla gömecekler beni biliyorum.

Onca kalabalığın arasında yalnız kalırken dahi, adını sayıklamak huzuru yerleştiriyor yüreğime. Aramakla bulunmayan, ulaşılamayan bir aşktın sen, gecelerce kanatan… İzle şimdi karşıdan beni, bir adamın yıkılışını. Yarının ne getireceğini tahmin bile edemezken, kelimelerine bağlı kitapsız bir yazarın düşlerinde canlandırdığı ölü hikayelerle, yaşamaya çalışıyorum!
Tahmin etmezdim, yıllar sonra kilometrelerce uzaktan adını sayıklayacağımı… Suretin canlandığı zaman gözlerimde, kalbime ok gibi saplanan sancının tarifini yapmaya kelimelerim yetersiz kalırken, bir başkasıyla gerçeği ruhumda artçı depremler oluşturup, kalbimin enkazı altında can veriyor çocukluğum. Neylesin, hayattan ne kadar taviz verirsem o kadar geç kalıyorum yaşamaya. Kurduğum cümlelerde seni yaşatırken; uykusuzluğum oluyorsun, yalnızlığım oluyorsun. Yalnızlıktan korkmak nedir bilmezken, gecelere haykırışlarım yıldızları düşürüyor saçlarıma. Bir sigara eşliğinde devam ederken seni yazmaya. Aklını kaybeden bir adam 03.00-05.00 nöbetinde son sigarasını da yazdığı kalemin ucuyla söndürürken, küllerim damlıyor satırlarıma. Küllerinden doğmaksa yalan olmuş; bu sebeple kimsesizliğimden vurularak yeniden yaşamaya çalışmak, sabahına güneşin doğmasına müsade etmeyip gecemle eşdeğer sayıyorum günlerimi. “Annem” kadar merhametli bir kadın olmanı istemiştim senden, hayatıma “üvey baba” olmayı şeçtin sen. Hak veriyorum sana; İçinde büyütüp doğurduğun biri ile aynı teraziye koyamazsın bir başkasının evladını. Bu kadar hayrım yok muydu sende, ki böylesine sokaktayım!




Sorarım kendime, bir gidişine binleri kazanmak ne kadar doğruydu? Tüm doğrular sana çıkarken, affedemediğim duygularımdan intihar ediyorum kendimi. Her gece ölüyor, sabahları yeniden doğarak iliklerimi seninle kurutuyorum. Aklımı kaybedercesine yazıyorum, kaybettiklerimse hayatımı bana kazandırmıyor. Yabancıyız bir ömür birbirimize. Olur da yıkık bir kentte karşılaşırsak değmesin gözlerin gözlerime. Ben senin yanımda olmayışlarını çoktan unuttum, hatırladığım ise olduğun günlerde beni içinde hiç yaşatmadığın… Merak ediyorum, ara ara düşüyor muyum hiç aklına? Sarılıyor Musun geçmişine? Kaybediyor musun elindekileri? Zannetmiyorum… Anlıyorum, dibe vurdum aşk denen bu hayatın kuruyan köklerinde. İsterdim hayatımızın tohumunu atarak kök saldığım bu ağacın dallarında çocuklarım sallanıp meyvelerinden yemelerini. Olmadı…
Meyve de veremedim, ama sen tarafından defalarca taşlandım. Söyle bana; kaçtığım hayatıma küfür ederek mi yaşamalıyım, yoksa başkasıyla yaşayıp içimde ölmediğine mi? Saçlarına sarılarak affetmeli miyim seni, yoksa içimde bıraktığın yıkık bir kentin soğuğunda damarlarıma sen diye enjekte ettiğim uyuşturucumun etkisiyle mi yaşamalıyım bu karanlık mecrada?

Adını alfabeye küstürmeye çalıştığımda, neden kelimelerimde bana küsüyor biliyor Musun? Şiirlerimden adını eksiltmeye kalktığımda duygularım aklıma tecavüz ederek bir zaman sonra yine seni doğuruyor satırlarıma. Doğmak kazandırır belki bu hayatta ama ben kimliği belirsiz bir Doğum gerçekleştirdim bu hayatta. Kelimelerim her daim gebe kalsa da yarınlarıma, ben yine de bir hiç doğurmayacağım ardından bıraktığın hayatıma! Kürtajını gerçekleştirdim bu aşkın, içimde büyütmesemde aklımda yaşatmaya çalışıyorum sensizliği. Çünkü seni yaşatmaya çalışmak, sabahları yok edip sis bulutlarını indirmektir yeryüzüne. Bundan böyle yaşayabildiğin kadar yakın yaşa o hayatındakiyle. Gülüşleriniz bakışlarınıza karışsın. Parmak uçlarında can bulsun mesela ! Defalarca öpsün… Sana sımsıkı sarılıp, hayatındaki en değerli varlığın sen olduğunu hissettirip, o bir kere bile dokunamadığım dudaklarından öpsün defalarca. Sonra seni karşısına oturtup şehrin sessizliğini yaşarcasına huzuru yerleştirsin yüreğine. Geceleri sana sarılıp uyumanın değerini dünyayı kucaklamakla eşdeğer bilsin. Vaadettiklerinle değil, vaadetmediklerinle birlikte büyütsün içinde. İçinize bedensel arzular düştüğünde evire çevire değil de “O benim Kadınım” diyerek yaşamalı seninle. Aylar sonra bu ilişkiden bir evladınız olduğunda, çekirdek bir aile olarak gezerken kentin kalabalık caddelerinde, olur ya yalnızlığınla kol kola gezen bir adamla karşılaşırsan eğer, sakın ola ki bakma gözlerine. Yaşatma ona yıllar önce ki pişmanlığını. Anla işte kadın, değmesin gözlerin gözlerime… Olur ya bir kıvılcım değer, yeniden alev alırsa yüreğim bu kez yeniden yanarım sana.

Bu aşkın gidişini ben, bitişini sen kabullendin. Adını ararken kütüphane köşelerinde, sayfalarıma satır satır yazdım adını.

Gece sayıklamalarım oldun…!




Gidişine binlerce kelime yazmışken, gelişin olsaydı kim bilir neler dökülürdü gönlümden. Aklımdan çıkmadıkça acımla birlikte huzuru da yaşıyorum. Ahh benim 19 yaşım… Bu aşkın bitişini gözlerimle yazdım ben. Oysa gözlerle değil, yürekle yazmak gerekirmiş, bilemedim. Kimsesiz yarınlarıma her gün doğarken, günden güne ölüyormuşum da haberim yokmuş. En güzel çağlarımda yüzüm gülerken, gözlerimin ağlayışına şahit oldum. Günlerce alfabemi yazan kalemime tehditler savurdum, eğer onun adını bir kere daha yazarsan seni kırarım” diye… Ne kalemimi kırabildim ne de adını yazdığım kağıtlarımı yakabildim. Yüreğim yandı ama onlara hiç bir şey olmadı…

Kimsesizliğin kalbiymişsin meğer, bu yüzden bir vurgun yeridir yüreğim! Peygamber ocağında adını her gün anıp yıllar önceki yaşantılarımızı göz önüne getirerek aynı duyguları hissedebiliyorsa insan, söylesene ne kadar vazgeçmiştir hissettiklerinden? Karşısında iki kelimeyi bir araya getiremezken, nasıl böylesine sıralı cümleler kurduğumu sorma bana. Tuzlu kahvenden içip Allah’ın emri ile seni aile büyüğünden istemekti benim asıl niyetim. Karşımda bana bakıpta gülen gözlerin eşliğinde uzatıp işaret ettiğin fincandan bir damla alıp irkilmem, senin de o anı görüp gülücüklerinle birlikte video almak olmalıydı o akşamki heyecanımız. Günler sonrasında alışverişe çıkarak yüzüklerimizi seçip altına isimlerimizle birlikte “o gün”ün tarihi de yer almalıydı.

Evet kadınım, hepimiz bu hayattan Elbet göçüp gideceğiz fakat tarih bizi hiçbir zaman unutmayacak…

Gelinliğini de sen seçmeliydin mesela. Beline kadar uzanan kıvırcık saçların, sırt dekolteni örtmeliydi. “Bu nasıl olmuş?” Diye bana bakarken, gözlerindeki mutlulukla beraber şirinliğini görüp sana sımsıkı sarılmalıydım. İçime doğuyorsun be kadın, gözlerimden damlıyorsun… En son birine karar verip alarak nikahımızın kıyılacağı güne dair provalar yapmalıydık birlikte. Düğünümüzde “sensiz kaldığım günlerden kurtuldum” diyerek keyifle oynamalıydım mesela.

Ama hiçbiri olmadı…

Hani gözlerine uzun uzun bakarken kafamı hafif kımıldatmaya kalksam uçurumu yaşıyordum ya!
Gittiğin o günden bu yana Soğuk Mart gecesini defalarca yaşadım. Gecenin en karanlık saatlerinde, şimşekler çaktı gökyüzünde ve gözyaşlarımı sildi yağmurlar.

Gözlerimi izlemek ile gidişini seyretmek aynı olmasa da sana baktığım yerden gözlerimi ayırmak uçurumu yaşatıyordu bana. Hadi sana bir soru, neden aklımdasın hâlâ? Hayatımda olmadığın günlerden, hayatımda olduğun günleri çıkartırsak ortaya hayatımda hiç olmayışın doğuyor. Söyler misin bir sevda adamının hayatına kaç olmayış doğar? Olmayanlar ve olmayacaklar listesinde birinciliği her daim korudum. Oysa ben tüm bunlara rağmen “O benim olmalı” dedikçe hayat “olmamalı” cevabını verdi bana.




Çocukluğumu sende bırakarak terkettim ruhuma yansıyan gülüşlerimi. İçi sensizlikle dolu bir hayat kaldı geriye. Ellerimde yokluktan kalma şiirlerle yaşamaya çalışıyorum. Bu aralar aklıma kazınmış gibisin! Bir türlü çıkaramıyorum… Saate baktığımda akrep ile yelkovan hep seni gösteriyor. Sivil hayatımda odamın duvarındaki saate teklifimi kabul ettiğin dakikaya ikimizin resmini yerleştirdim. Her baktığımda akrep ile yelkovan üst üste gelmiş seni gösteriyor. Öyle mutlu oluyorum ki o vakit, büyüğünden ikram bir şeker alan çocuk kadar büyüyor kalbim. Ayrıldığımız günün saatine de yine aynı resmin ortadan kesilmiş halini koydum. Saat ayrılığa geldiğinde yüreğim burkuluyor. Bu kez şeker satarak geçimini sağlayan ama asla o şekerden yiyemeyen bir çocuğun dramını yaşıyor kalbim.

Aşksız kalmak kolay da sensiz kalmak çok zormuş bu hayatta. Aklıma ok gibi saplanan gözlerin, beni düşündüğünün göstergesi midir bilmiyorum. Eğer öyleyse yapma ne olur. Beni düşünerek hayatındaki insanı ziyan etme. Aklında Beni yaşatıp bedenini yaşlandırma onunla. Ya al aklımdan gözlerini yada saçların hiç dolanmasın hayatıma. Onlardan ayrılayım derken kokunu yaşıyor ve yine/yeni/yeniden aşık oluyorum sana. Bu aşkın gözyaşları bende, mendili ise sende kaldı. Gittiğin günden bu yana gözyaşlarımı kimsenin silmesine müsade etmedim. Acısını ben yüklendim ve bir başkası sefasını sürüyor bu aşkın. Hiç düşündün mü “kaç mevsim sensiz kaldım?” Diye. Allah’a el açıp dualar ettiğimde gökyüzünden binlerce kez yüreğime damlayan oldun sen. Kaç promil seninle doluyum bilmiyorum. İçimde yaşattığım sensiz soluklarım, kendi nefesimi çaresizce kesiyor. Sensizliği de soluyorum soğuk kış gecelerinde. Gözlerimi yumduğumda göz kapaklarıma doğuşun, hayatıma hoşgelişlerin oluyorken, şimdi sigaramın dumanında yok oluşlarını izliyorum. “Allahım aklımdakini gönlüme hayırlı eyle” diye dualar ederken aklımdaki çoktan nikah masasına oturup imzasını atmıştır belkide. Sonra; tanımadığım bir adamın sevgili eşinden aşk dileniyorum” düşüncesi geliyor aklıma, kendimden nefret ediyorum. Hani olsaydıkta olmasaydı sonumuz böyle… Yaşadığına dair tarafından aldığım mesajlarda sağlığımı kaybettiğim günleri arıyorum. Nasıl bir ateşti o, derecesini hatırlamıyorum. Sana koşarak geldiğim ayaklarım bile buz kesmişti, yüreğim hâlâ sımsıcakken…
milyonlarca insan arasından yüreğime yerleşensin, taht kuransın sen. İçimde varettiğin devletin karargâhında atıyor kalbim. Sorarım sana; benim içimde kurduğun devletten beni nasıl kovdun? Saçlarına şiirler yazardım kokunu duymadığım zamanlar. Hayatımda olup sana hasret yaşarken, içimde bir çocuk yaşatırdım. Bakışlarınla büyür, merhametinle beslenirdi. Sonra gittin… Başımı okşayıp saçlarımdan öpmekten vazgeçtin. O çocuk şimdi ne halde biliyor Musun? Ölmedi hâlâ yaşıyor… Hayatıyla beraber oyuncaklarına küsmüş bir halde yaşam mücadelesi veriyor. Koluma bağladığım serumla adını enjekte ediyorum damarlarıma. İçimde öyle güzel yaşıyorsun ki, kirletmeyeceğim seni bir başkasıyla.




Kimsesizliğimin tek nedeni ikimizin birbirine sırt dönmesidir biliyor Musun? Omuz omuza verebilseydik eğer belki de böylesine hüsran kusuyor olmazdım. Acılar insanı eksiltmez, aksine bazı taşları yerine oturturmuş. Ahh gözlerinin kahvesinden bir yudum dahi alamadığım Esmer kadınım… Aklıma düştüğün O an sakın titremesin yüreğin, adın kelimelere karışmasın ve yıllar sonra gelme kapıma. Çünkü ben seni ilk gördüğüm halinle sevdim, son bildiğimle değil…

Hayat dediğimiz bu yolda ilerleyebilirsiz de, olduğumuz yerde sayabiliriz de. Ben sana ulaşmak için dikenli yollarda yalınayak koşarken sen o yolda sır ettin kendini. Kaç misafir araç geldi otoparkına sen hatırlamazsın belki ama ben hepsinin fren telini kopararak yanından ayrıldıktan sonra uçuruma yuvarlanmasına sebep oldum. Kaç cinayet işledim bu aşkta, kaç bedeni kefensiz gömdüm dikenli yolların altına bilmiyorum. Tek bildiğimse en kusursuz cinayet bile seni bana getirmiyor. Şarkılar “Yine sevebilirim” diyor ama benim ailemden sonra sevebilecek bir hayatımın olmadığına çoktan inandım. Şarkılara tutunup şiirlerle yaşananın acısını ben sana nasıl anlatayım be sevgili?

Emre Tamirciler

Page 1 of 2

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén