Kategori: Köşe Yazıları Page 5 of 6

Yazar Emre Tamirciler’in kaleminden ”Anne”

Sonbaharında ıslandığım yağmur kokulu kadını severek başladım yaşamaya. Onun varlığı ile açtım gözlerimi. Kokusunu bir zamanlar içime çekerek huzur bulurken, şimdi ondan uzakta, nöbet kulelerinde Şafak atıyorum. Saçlarından öpüp gözlerinden yaşları sildiğim gündem bu yana 35 gün geçti annem. Merhametine sarılarak yaşıyor, varlığını bilerek sabır gösteriyorum. Ahh saçlarına yıldız düşmüş kadın… Yanında bulunduğum zamanlar keşke doyasıya izleyerek ellerinden öpseydim. Üzerim açıldığında merhametini öne koyarak gece uykularını bölüp örtecek biri yok buralarda. Kendimi çocuk yuvalarında yataklarının baş ucuna “Anne” yazan çocuklar kadar yalnız hissediyorum. Gözyaşlarımı kimseler görmesin diye yorganı üzerime çekip yastığımı gözyaşlarımla ıslatıyorum.

Ellerimden tutup bana yürümeyi öğreten o koca yürekli adamı al karşına. Benim ona doyasıya sarılamadığım kadar sarıl, saçlarını okşa, gözyaşlarından öp mesela. Ya toprak altında olsaydınız, nasıl dayanırdım bunun acısına bilmiyorum. Merhametinizi bir an esirgememişsiniz belli ki üzerimden, ki böylesine hasret doluyum.




Gün boyu boş durmayıp nöbetler tutuyoruz buralarda. Geldiğimde babaya bir bir söyleyeceğim bunları. Güneş gökyüzünü terkettiğinde bir yalnızlık çöküyor, bense hayatımı sizlerin sesini duyarak ödüllendiriyorum.

Kelimelerimle kağıtlarımı karalamaya kalktığımda “Adın” doğuyor anne… Sana şiir yazacak kadar heybetli değil elbet kelimelerim, fakat seni yazarak bitirecek kadar cesaretli olmadı hiçbir zaman yüreğim. Varlığına şükürler ederek geçiriyorum buralarda zamanımı. Dün geceki nöbetimde havalimanından Kalkan uçağa hasretle bakarak bir sigara yaktım biliyor Musun? “Orada ben olmalıyım!” Dediğimde Şafak karanlığı işaret ediyordu. Sigaramın gri perdesi ile süsledim efkarımı. “Elbet bugünlerde geçer” diyerek teselli de bulundum kendimce. Sonra buğulu gözlerle izledim karanlık şehrin sokaklarını. Buralar benim kimsesizliğim…! En çokta ondan vurulmuştum. Boş kaldığım her vakitte satırlarımla buluşuyor, özlemimi onunla ikiye katlıyorum.

Kalbime ok gibi saplanan aşkın yokluğunu hiç aramadım. Aşktan daha derin kanatan “Annesizliğin” acısı dokunurken yüreğime aşk hatırlanmıyor bile.

Özledim anne…!
Bana baktığında gülen gözlerinden, yıldız düşmüş saçlarına kadar…
Sesini duyduğumda içimde açan çiçeklerin yanında aşk çok basit kalıyor anne. Kimsesizliği yaşayacak kadar kötü bir zaman yokmuş bu şehirde. Geldiğim günden bu yana tüm kelimelerim “Anne” diye ağlıyor.




Karnın aç mı sorusunu kimse sormuyor anne!
Aç karnına 01.00-03.00 nöbetlerinde şefkat denilen duygu nasıl özlenmesin anne!

Yalnız kaldığında büyüyormuş insan. Keşke hiç büyümeseydim anne! Yaşım hep küçük kalsaydı da en büyük derdim bakkala ekmek almaya gidişim olsaydı. Adını çok sayıklıyorum buralarda. Gönül penceremin kenarına ismini yazıyorum. Buğulanan cama baş örtülü bir kadın çizerken alnından öpüyorum onu.

İyi ki Hayattasın Anne…!

Gazeteci Yazar Yüksel Itak’ın kaleminden ”Ömer Döngeloğlunun ardından”

Sokak köpeklerine yapılan işkencelere karşı yürekten haykırdığı videoyu izleyip ağlamayan var mıdır ki?
Öyle içten, öyle derinden dile getiriyordu ki üzüntüsünü, o anı hepimiz onunla yaşamıştık.
Korona aldı Ömer Hoca’yı bu dünyadan.
Mekanı cennet olsun, Allah rahmet eylesin.
Ve son olarak rahmetlinin, zehirlenen köpeklerin ardından katillerden bahsederken “Hakim kanunda sana ceza bulamayabilir, savcı şimdiki Türk Ceza Kanunu’nda sana ceza bulamayabilir” diye ağlaması adeta içimizi acıtıyordu…




Bizim pek yapamadığımız bir şeyi yapıyordu Ömer Hoca: Hz. Peygamber’i (sav), sahabe-i güzîni o kadar güzel, o kadar sarsıcı, o kadar canlı anlatıyordu ki, sözleri, insanı yüreğinden yakalıyor, yıkıyor, yakıyor, arındırıp kendine getiriyordu. Rahmet elçisini, ashabını anlatmıyordu, yaşıyordu.  İliklerine kadar hem de!

Para peşinde değil, dava peşinde koşturdu, durdu hep…

Derdi vardı, iddiası vardı, rüyaları vardı… O derdinin izini sürdü, iddialarının hayata geçmesi, rüyalarının gerçeğe dönüşmesi için nefes alıp verdi sadece.

Gönülleri fethedip, Gönüllerde taht kurmuş bir şahsiyetti.

Çok da mütevazı idi. Tevazuu yapmacık değildi. Sarsıyordu insanı. Sarıp sarmalıyor, kendine getiriyor, dünyasını genişletiyor, insanın kalbini neşveyle, Müslüman olma coşkusu ve sevinciyle dolduruyordu.

Çok güzel bir Müslümandı.

Vefakâr, cefakâr, fedakâr bir insandı.

Yüreği yangın yeriydi.

Güzel hizmetler yaptı, dahası gönüller yaptı gitti bu dünyadan.

Allah (cc) rahmet eylesin. Ailesine sabır versin, metanet versin. Rabbim mekânını cennet, makamını âlî eylesin. Âmin.

Gazeteci Yazar Yüksel Itak’ın kaleminden ”Güler yüzlü, tatlı dilli olabilmek”

ne yazık sıkça rastlanır bir durum oldu… yüzümüze gülüp ardımızdan kuyumuzu kazmak… Bakıyorsun güleryüzlü, Bakıyorsun tatlı dilli. Ama kişi veya kişileri tanıdıkça durum pekte iç açıcı olmadığını görüyor ve insan kendi kendine bu duruma üzülür hale geliyor…

Al­la­hü teâ­lâ in­sa­nı eş­ref-i mah­luk ola­rak, ya­ni ya­ra­tıl­mış­la­rın en şe­ref­li­si ola­rak ya­rat­mış­tır. Di­ğer mah­luk­la­ra ver­me­di­ği pek çok üs­tün­lü­ğü in­san­la­ra ver­miş­tir.diyor Mehmet Oruç ve devam ediyor..

Me­se­la, in­san dı­şın­da hiç­bir can­lı gü­le­mez, gü­lüm­se­ye­mez. Hay­van­lar aç­lık­la, acıy­la ba­ğı­ra­bi­lir­ler; an­cak yal­nız­ca in­san gü­le­bi­lir, te­bes­süm ede­bi­lir.

İn­san, Al­la­hü te­âlâ­nın bu ih­sa­nı­nı, ni­me­ti­ni huy edin­me­si, ya­ni her za­man gü­ler yüz­lü, te­bes­süm­lü ol­ma­sı ge­re­kir. Ha­dis-i şe­rif­te, “Hay­rı, iyi­li­ği, gü­zel yüz­lü­le­rin ya­nın­da ara­yı­nız!” bu­yu­rul­du. Bu­nun için ser­ma­ye de ge­rek­mi­yor. Çün­kü, mal ile pa­ra ile ya­pı­la­cak bir şey de­ğil­dir. Mal ile mem­nun et­me de bir ye­re ka­dar­dır. Bu­nun için, ha­dis-i şe­rif­te, “Mal­la­rı­nız­la her­ke­si mem­nun ede­mez­si­niz. Gü­ler yüz ve tat­lı dil ile, gü­zel ah­lâk­la mem­nun et­me­ye ça­lı­şı­nız!” bu­yu­rul­du.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Ça­tık kaş­lı, sert ba­kış­lı kim­se­den pek ha­yır, iyi­lik sa­dır ol­maz. Ha­dis-i şe­rif­te, “Mü­min kar­de­şi­nin ya­nın­da su­ra­tı asık du­ra­na me­lek­ler la­net eder” bu­yu­rul­du. Me­lek­le­rin la­net­le­di­ği kim­se­den na­sıl ha­yır sa­dır ol­sun!

“BU DA GE­ÇER YA HU!”

İn­san­la­ra, iyi, fay­da­lı ola­bil­me­si için in­sa­nın ken­di­ni gü­lüm­se­me­ye alış­tır­ma­sı, hat­ta şart­lan­dır­ma­sı la­zım­dır. Bu­nun için de ken­di­ne za­man za­man şun­la­rı söy­le­me­si, yap­ma­sı la­zım­dır:

Hiç­bir za­man asık su­rat­lı ol­ma­ya­ca­ğım. Çün­kü, ken­di­si­ni çok cid­di­ye alan bir in­san ka­dar gü­lünç bir şey yok­tur. Dün­ya­da her şey ge­lip ge­çi­ci; ha­yal. Ger­çek olan sa­de­ce ahi­ret. Bu­nun için en cid­di, en sı­kın­tı­lı şey­le­rin de ge­çi­ci ol­du­ğu­nu unut­ma­ya­ca­ğım.

Göz­le­rim­den yaş­lar akı­ta­cak ka­dar be­ni kız­dı­ran in­san­lar ve olay­lar kar­şı­sın­da da te­bes­sü­mü el­den ka­çır­ma­ya­ca­ğım. Ne za­man key­fim ka­ça­cak ol­sa, der­hal ak­lı­ma ge­le­cek ka­dar güç­lü bir alış­kan­lık hâ­li­ne ge­lin­ce­ye ka­dar, şu sö­zü tek­rar­la­ya­ca­ğım. Bu söz be­ni her tür­lü çap­ra­şık du­rum­dan çı­kar­ta­cak ve ha­ya­tı­mı den­ge­de tu­ta­cak­tır. Bu söz: “Bu da ge­çer ya hu!” sö­zü­dür.

Çün­kü dün­ye­vî olan her şey ge­lip ge­çi­ci­dir. Yü­re­ğim da­ral­dı­ğı za­man, bu­nun da ge­çe­ce­ği­ni dü­şü­ne­rek te­sel­li ola­ca­ğım. Ba­şa­rı ile se­vin­di­ğim za­man, bu­nun da ge­çi­ci ol­ma­sı ne­de­niy­le ken­di­mi uya­ra­ca­ğım. Fa­kir­lik­ten bo­ğul­du­ğum za­man, ken­di­me bu­nun da ge­çi­ci ol­du­ğu­nu söy­le­ye­ce­ğim. Zen­gin­lik için­de yüz­dü­ğüm za­man da ken­di­me bu­nun ge­çi­ci ol­du­ğu­nu söy­le­me­li­yim. Evet, asır­lar­dır ayak­ta du­ran, sa­ray­la­rı, köşk­le­ri ya­pan­lar ne­re­de? Yap­tır­dık­la­rı sa­ray­la­rın bah­çe­sin­de gö­mü­lü de­ğil mi? Ve bir gün bu sa­ray­lar da yok olup top­ra­ğın al­tı­na gö­mül­me­ye­cek mi?


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Bu­gü­nü gü­lü­cük­ler­le, te­bes­süm­le ta­mam­la­ya­ca­ğım. Bu­gü­nün mut­lu­lu­ğu­nun ta­dı­nı bu­gün çı­ka­ra­ca­ğım. Çün­kü o, ku­tu için­de sak­la­na­bi­le­cek bir to­hum de­ğil­dir. O, şi­şe­de sak­la­na­cak ilaç da de­ğil­dir. Ya­rın için bi­rik­ti­ri­le­mez. Bu to­hum ay­nı gün ekil­me­li, ha­sa­dı ay­nı gün ya­pıl­ma­lı­dır.

Bu­gün ba­şa­rı­sız­lık­la­rı­ma gü­le­ce­ğim ki, ye­ni düş­le­rim kay­bol­sun­lar. Ba­şa­rı­la­rı­ma gü­le­ce­ğim ki, ger­çek de­ğer­le­ri­ne bü­zül­sün­ler. Kö­tü­lük­le­re gü­le­ce­ğim ki, ben tat­ma­dan yok ol­sun­lar. İyi­lik­le­re gü­le­ce­ğim, bü­yü­yüp bol­la­şa­cak­lar. Her gün, yal­nız­ca gü­le­rek baş­ka­la­rı­nı gül­dür­dü­ğüm za­man, za­fer ola­cak­tır. Her gü­lüm­se­me bir al­tın­la de­ğiş­ti­ri­le­bi­lir ve yü­rek­ten sarf et­ti­ğim her gü­zel söz ka­le­ler in­şa eder. Gü­le­bil­di­ğim, te­bes­süm ede­bil­di­ğim sü­re­ce gön­lüm ay­dın­lık olur. Şu söz­le­ri ken­di­me slo­gan edi­ne­ce­ğim:

GÜ­LER YÜZ EV­Lİ­YA­LIK ALA­ME­Tİ!

Müs­lü­man gü­ler yüz­lü, mü­na­fık asık su­rat­lı olur.

Te­bes­süm, be­da­va­dır, ala­nı mut­lu eder, ve­re­ni üz­mez.

Hu­zu­run anah­ta­rı te­bes­süm­dür.

Te­bes­süm ede­me­yen za­val­lı­dır.

Te­bes­süm atom si­la­hın­dan da­ha te­sir­li­dir.

Te­bes­süm ate­şin­de eri­me­yen ma­den bu­lun­maz.

Gü­lüm­se­me­si­ni bil­mek, iki ci­han mut­lu­lu­ğu­na se­bep olur.

İs­la­mi­yet, sev­gi, gü­ler yüz, tat­lı söz, dü­rüst­lük ve iyi­lik di­ni­dir.

Bir kim­se­nin ve­li ol­du­ğu; tat­lı di­li, gü­zel ah­lâ­kı, gü­ler yü­zü, cö­mert­li­ği, mü­na­ka­şa et­me­me­si, özür­le­ri ka­bul et­me­si ve her­ke­se mer­ha­met et­me­si ile an­la­şı­lır.

Kalın sağlıcakla…

Gazeteci Yüksel Itak’ın kaleminden ”Buda Geçer”

Hayata dair güzel bir hikaye, hayatta ne oldum değil, ne olacağım demeyi bilmemiz gerektiğini anlamamız için yaşamımızın her döneminde mütevazılığı elden bırakmayıp kendimizi bilerek içten ve samimi yaşamamız gerektiğini  gösteren bu hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Seyyahın yolu uzak bir diyarda şirin bir köye düşer. Köylülere, tanrı misafirini ağırlayacak biri var mı diye sorar.




Köylüler, seyyaha ancak çiftlik sahibi Süleyman diye birinin yardımcı olacağını ve oraya gitmesini söylerler. Seyyah yoldayken birkaç köylüyle daha sohbet eder. Köylülerden Süleyman’ın, o yörenin en zenginlerinden biri olduğunu birde Hasan isimli bir başka çiftlik sahibi olduğunu öğrenir.
Seyyah, Süleyman’ın çiftliğine ulaşır. Köylülerin dedikleri gibi Süleyman misafirini çok iyi karşılar. Seyyah çiftlikte yer, içer ve dinlenir. Süleyman’a ve ailesine kendisini çok iyi ağırladıkları için teşekkür eder ve tekrar yola çıkmadan önce der ki:
– Böyle nimetlerle ödüllendirildiğin ve zengin olduğun için hep şükretmelisin.
Süleyman da seyyaha der ki:
– Zenginlik dediğin nedir ki, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen gerçek, göründüğü gibi değildir. Bu da geçer…
Seyyah, Süleyman’ın yanıtını uzun uzun düşünür… Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, seyyahın yolu yine aynı köye düşer. Süleyman’ı yine ziyaret ederim, beni güzelce ağırlar diye düşünür. Köylülerle konuşurken Süleyman’ın fakirleştiğini Hasan’ın yanında çalışmaya başladığını öğrenir.
Seyyah, Süleyman’ı merak eder ve Hasan’ın çiftliğine gider. Süleyman’ı eski püskü elbiseli, birazda yaşlanmış halde bulur. Nasıl oldu da hizmetkar olduğunu sorar. Süleyman çiftliğinin bir sel felaketinde yıkıldığını, tüm hayvanlarının telef olduğunu, topraklarının da işlenemez hale geldiğini, tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Hasanın yanında çalışmak zorunda kaldığını anlatır. Seyyah, Süleyman’ in haline üzülür. Süleyman, yine de seyyahı bir yere bırakmaz, son derece mütevazi olan evinde misafir eder.




Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır. Seyyah, vedalaşırken, Süleyman’a olup bitenlerden ne kadar çok üzgün olduğunu söyler ve Süleyman’dan su yanıtı alır:
– Üzülme… Unutma, bu da geçer…
Uzun yıllar geçtikten sonra, seyyahın yolu yine aynı bölgeye düşer. Eski dostunu ziyaret eder. Bir süre önce ölen Hasan, ailesi olmadığından, bütün varını yoğunu, en sadık hizmetkarı ve eski dostu Süleyman’a bırakmıştır. Süleyman, Hasan’ın konağında oturmaktadır. Büyük arazileri ve binlerce sığırı ile yine o yörenin en zengin insanı olmuştur. Seyyah, eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar çok sevindiğini dile getirdiğinde yine aynı yanıtı alır:
– Bu da geçer…
Birkaç yıl sonra Seyyah yine Süleyman’ı arar. Ona bir tepe gösterirler. Tepede Süleyman’ın mezarı vardır ve mezar taşında şöyle yazmaktadır:
“Bu da geçer…“
Seyyah, üzgün bir şekilde, “Allah Allah, ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider.
Ertesi yıl, Seyyah, Süleyman’ın mezarını ziyaret etmek için geri döner ama ortalıkta mezar falan kalmamıştır. Büyük bir sel gelmiş, bütün tepeyi silmiş süpürmüş ve Süleyman’ın mezarından geriye hiç eser kalmamıştır.




O yıllarda, ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Bu öyle bir yüzük olacaktır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da, mutluluğun rehavetine kendini kaptırmasını önleyecektir. Hiç kimse, sultanın istediği gibi bir yüzük yapamaz. Sultanın kuyumcusu seyyahın eski bir dostudur, ondan yardım ister. Seyyah, nasıl bir yüzük yapacağını dostuna söyler. Kuyumcu yüzüğü hazırlar ve yüzük sultana sunulur. Son derece sade bir yüzüktür bu, Sultan yüzüğü inceler ve gözü üzerindeki yazıya takılır. Üzerinde biraz düşünür ve yüzü aydınlanır. Tam da istediği gibi bir yüzük olduğu için mutlu olur.
Yüzüğün üzerinde ne mi yazıyordur?
“Bu da geçer…”
Hayat Akarken, zenginlik ve güzellikler içinde şükür etmek, fakirlik ve zorluklar karşısında umut etmek. Bu da geçer ve zamanın ne göstereceğini ancak Allah bilir.

Emre Tamirciler Yazdı; ”Ne kadar büyük konuşursak o kadar bedel öderiz”

Ey hayat diye adlandırılan kısacık ömür; ya al beni karanlığına yada susayım yıllandığım ömrüm boyunca. Konuşmalar kanatıyor duygularımı. Sonsuzluk diye adını koyduğumuz ahiret inancını yaşıyorum bu aralar. Evet evet bir gün göçüp gideceğiz bu diyardan, ardımızda kırıp döktüğümüz ve becerebildiysek eğer filizlenmiş çiçek misali hayatlar bırakacağız. Hepimiz göçüp gideceğimizin farkındayız değil mi? Bazen unutuyoruz tüm bunları. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ederken, kırıp döküyoruz kendimizden güçsüz durumda olanları.




Halbuki unutuyoruz, kediyi bile bir köşeye sıkıştırdığımız, vakit aslan kesiliyor. Ya ezmeye çalıştığınız ve güçsüz bir birey size karşı aslan kesilirse? Kabul edelim hesapsız kitapsız yaşıyoruz bu hayatı. Kendimizi mutsuz hissettiğimiz zaman hayatımızdaki insanlara ve sahip olduğumuz değerlere baktığımızda şükredebiliyoruz. Fakat bir sonra ki gün hayatımızda olan insanlara küfürler edip, onlarla bir alanda dahi bulunmak istemiyoruz. Ruhsal Sarsıntılar yaşıyoruz dışarıdan bakıldığında. Bir başkasının gözünden kendimizi izlemeye kalktığımızda ruhsal dengenin alt üst olduğunu görüyor ve o insandan uzak durma kararı alıyoruz öyle değil mi? Halbuki onu o hale getiren “Biz insanlarız…”
Çok çabuk unutuyoruz “ölümün ensemizde bir nefes kadar” yakın olduğunu.

Ağzımıza gelen her şeyi söylüyor ve bunun karşılığında söylenen cümleleri duyduğumuzda ruhsal travmalar yaşıyoruz. Yanlış arkadaşlar… Bir lokantaya gittiğinizi düşünün; Ne kadar yerseniz o kadar ödeme yaparsınız kasa da. Kurulan cümleler de bunun gibi işte. Ne kadar büyük konuşursak o kadar bedel öderiz.




Susmak erdemliktir evet. Erdemli bir insan olmayı bırakın, normal insan olmayı beceremiyoruz kabul edelim. Ömür dediğin dün, bugün ve yarındır bunu hepimiz biliyoruz. Dün geçti, bu günü yaşadık ve yarının bize sürprizleri nelerdir bilemiyoruz. Ama az da olsa insanlık duygularımızı tekrardan yaşamaya gayret edelim olur mu? Bir yetimin başını okşamayı, insanlara merhamet etmeyi, büyük-küçük gözetmeksizin insanlara saygılı olmayı, para dediğimiz şeyin bir şeylere ulaşım aracı olduğunu ama, insanlığı satın alamayacağını hatta ne kadar zengin olursak olalım gökyüzünden bir damla dahi satın alamayacağımızın Farkına varalım. Hoş görüyle huzur içinde yaşamak varken, kin kustuğumuz gecelerin karanlığına kurban etmeyelim kendimizi. Acıtmayalım kabuk bağlamayan yaralarımızı. Bir hiç uğruna harcamayalım Bize bahşedilen şu kısacık ömrü. Belki yarın içimizde kaybolan kelebekler yeniden can bulur. Belki de yeniden severiz yaşamayı, sahip olduklarımızın farkına varıp onlara dört elle sarılabilirsek eğer…

Sizde kazanın, insanlıkta kazansın!

Efendim; bu haftada bir konu üzerine doğaçlama yapalım, yaparkende tam yerine denk getirip bir manzara koyalım.

Kimi bu manzaradan feyz alsın,

Kimiside miskin,miskin karalar bağlasın.

Başka bir deyişle “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna asalım”…

Efendim; geçmişten günümüze insanoğlunun bitip tükenmeyen istekleri, arzuları, hayalleri malûmunuz. bu normaldir. Lakin; bu istek, arzu ve hayallere daha çok hırs yapıp dozunu kaçıranlar,  doğrudan sapıp hakkaniyetten uzaklaşanlar, hedeflerine ulaşmak için hatta ve hatta daha fazla ileriye gidip tüm güçlerinin kendilerinde olma isteği ile Adalet terazisini aşma noktasına gelenlerin durumu ise pekte normal değil.. bu normal olmadığı gibi üstüne üstlük karanlık bir yola sapıp aydınlık ararlar. çünkü fazla hırs ve sahiplenme duygusu iç güdülerine gem vurulamaz hale getirir. ve iç dünyalarındaki yüksek dozdaki güç isteği onları maalesef ama maalesef acımasızca bitirme noktasına getirir.




Bu ve benzeri durumlara sebep olan nedenler işe doğruluktan uzaklaşmak, riyakârlık, sahtekarlık, ukalalık ve çok bilmişlik vesaire…

Kötülükler saymakla bitmez ama iyilikler yapıldıkça kötülükler ölür, biter, yok olurlar. çünkü hiç bir kötülükle yapılmış iş karanlıkta kalmaz er veya geç gün yüzüne çıkar…

Şimdi de yazımın başında belirttiğim gibi, bir konu üzerinden genel bir doğaçlamamızı  yaptık.. sonuna da manzarayı koyalım…

Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış. Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.

Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.




Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş. Köylüler “Bu işin içinde bir iş var.” diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.

Sanırım bizim buradan kötülere karşı bir iyilik yapıp söyleyeyeceğimiz sonsöz şu olacak. Belki saman altından çok sular akıtabilirsiniz ama; gün gelir O suların içinde acımasız ve feryatlar içinde boğulursunuz. gelin doğru yolu seçin sizde kazanın, insanlıkta kazansın …

Kalın sağlıcaka…

Unutmayın, bir gün sizde yaşlanacaksınız!

Yaşlılarımızın yaşamımızda ki önemi ve değerini bilenler için değil, bilmeyenlerimizin de olduğunu düşünerek benimsetmek, hatırlatmak ve bu hikayeden bir nebze olsun kendimize pay çıkartmak için sizlerle paylaşmak istiyorum… Hadi o zaman buyurun hikayemize …


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

İhtiyarlığa adım atalı çok olmuştu. Gözleri dalgalara takılmış halde, iyi kötü yönleriyle geçmişi düşünüyordu. İnsanlığa karşı pek güveni kalmamıştı. İyilik yaptıkça nankörlük gördüğünü düşünüyordu. Çoğu kişinin kendisine “enayi” gözüyle baktığını da biliyordu. Fakat karşılıksız iyilik yapmaktan vazgeçmiyordu. Çünkü kendisini hayata bağlayan çok az değerden birisi de, kendisine olan saygısıydı. Onu da kaybederse , her şeyini kaybetmiş olacağını düşünüyordu. İhtiyar adam kayalıkların üzerinden yavaşça doğruldu, denizin kenarına atılmış kırık içki şişesi gözüne takılmıştı. İçki içmezdi ama görüp de almazsa ve bu kırık şişe birine zarar verirse vicdan azabı duyacağını düşündü. Onun şişeyi yerden aldığını gören biri kız, biri erkek iki genç gülüştü. Erkek ; “-Çöpçü herhalde. ” dedi. İhtiyar adam herkesi hoş görmeye çalışırdı, özellikle gençleri ama yine de gencin, kendisi hakkında arkadaşıyla şakalaşırken biraz sesini alçaltmamasına, kendisinin duymaması için gayret etmemesine canı sıkılmıştı.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

İhtiyar kırık camları atmış dönerken, gençlerin az önce kendisinin oturduğu kayalarda, azgın dalgalara karşı şakalaştığını, birbirini itekler gibi yaptığını gördü. Biraz daha uzakta bir kayaya gidecekti ki, birinin denize düşme sesi ve çığlığı kulaklarında çınladı. Kız düşmüştü, . Sportif yapılı gencin hemen atlayıp kızı kurtarmasını bekledi. Fakat kayadan kayaya telaşla koşan genç atlamaya cesaret edemiyordu. Genç ne yapacağını bilemez halde dalgaların uzaklaştırdığı kız arkadaşına bakıyor, bağırıyordu. Sağa sola deli gibi koştururken, hemen yanından birinin denize atladığını duydu, bu az önce dalga geçtiği ihtiyar adamdı. İhtiyar adam dalgaların tüm zorluğuna rağmen, güçlü kulaçlarla kıza yetişti, saçlarından yakaladı kayalara doğru çekti. Kayalara yaklaştığında kıyıdaki genç, kızı yakalayıp önce yukarı, sonra sahile çekti. İhtiyar adamı o anda unutmuştu bile.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Birden aklına gelip denize doğru baktığında ihtiyar adamın hala çıkamadığını gördü. İhtiyar kollarında derman kalmamış halde, kendisini kıyıdan koparmaya çalışan dalgalara kendini bıraktı. Genç çılgına döndü, sevdiği kızı kurtaran , az önce dalga geçtiği ihtiyar gidiyordu. Kısa zamanda büyük şeyler olmuştu hayatında. Hayatta en çok sevdiği kişiyi kurtaramamış, başkası kurtarmıştı ve o da şimdi kendisinden özür bile dileyemeden, boynuna tüm utançları takarak sonsuza dek gidiyordu. Kendine tam gelememiş kız , gencin Sulara atlayışına baktı bağırdı ama nafile. Oysa arkadaşının kendisi kadar bile yüzemediğini iyi biliyordu. Genç erkek tüm çabasına rağmen ihtiyara yaklaşamamıştı bile , dalgaların üzerinde boğulan değil, sanki dinlenen biri gibi duran ihtiyar da sanki gülümsüyor gibiydi. Genç bir anda ihtiyardan daha çok kıyıdan uzaklaştığını fark etti. Bitiyordu her şey. “Gerçekmiş demek ki ” diye düşündü, hayatı, arkadaşları , sevdikleri hızlıca gözlerinin önünden geçiyor gibiydi. İnsan ölüme yaklaşınca böyle oluyormuş. Su yutuyordu ama mücadeleyi bırakmıştı.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Birden beklenmedik bir şey oldu; genç adam kolunun kuvvetlice yakalandığını hissetti, önce köpekbalığı aklına gelip telaşla çekmek istedi ama hemen yanında ihtiyar adamı fark etti. İhtiyar adam önce kolundan yakalamış, sonra yakasından tutup, onu bir bebek gibi çekmeye başlamıştı. Göz açıp kapayana kadar kıyıya gelmişlerdi. İhtiyar adam, genci kızın yanına kadar atmış, nefesleniyordu. Gençlere gülümsedi ; “- Siz de, ben de bu Gün güzel dersler aldık. Ben kendi adıma çok mutlu oldum. Siz kimseyi küçümsememeyi öğrendiniz. Ben de bu küçük dalgalarda sizi deneyerek, insanlığın ölmediğini gördüm. Delikanlı beni kurtarmaya gelmen, beni ne kadar mutlu etti sana anlatamam. Fakat ben daha bu dalgalara yenilecek kadar kocamadım” İhtiyar kıyıda kendilerini toparlamaya çalışan gençlerin bir şey söylemesine fırsat vermedi; “-Hoşça kalın !. . . ” deyip yürüdü. Gençler peşinden koşamadıkları ihtiyara şaşkınlıkla, içlerinde bir buruk sevinçle bakakaldılar.

Müzeyyen şehir ”Manisa”

Manisa’mızın tarihi ile ilgim olduğundan Sosyal medya hesabımda “Manisa’nın Tarihi Değerleri” adı altında bir Gurup sayfası açmıştım bu vesile ile “Eski Manisa Fotoğrafları” adı altında çok kıymetli insanların ve çok kıymetli eski nadide eserlerin buluştuğu sayfa ile tanışmış oldum ve sayfanın editörü Beğendik Kuyumculuk sahibi ve herşeyden önce dürüstlüğü ve samimiyeti ile mükemmel bir insan Atilla Beğendik kardeşimin mekanına gittim. Havadan, sudan derken söz tabiiki Şehzadeler Şehri yeşil cennetimiz Manisaya geldi. Sayfasının yanında Manisa Tarihi ile ilgili de bilgi donanımı olan, aynı zamanda makaleleri bulunan bir kardeşimiz ve en büyük hobilerinden biride benim gibi Manisa’yı fotoğraflarla görselleyip gelecek nesillere bir miras bırakabilmek…

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Muhabbetimiz esnasında yazmış olduğu bir makale olan “Evliya Çelebi’nin Seyyahatnamesinde Manisa” adlı yazısı çok hoşuma gitti ve bu güzellikleri güzel bir ifade ile aktardığı bu kıymetli yazıyı aynen yayınlamak üzere kendisinin muvaffakiyetini aldım, işte sizi eskilere götürecek, hayallerinizi canlandıracak bu güzel yazı ile başbaşa bırakıyorum…

Atilla Beğendik’in aktardığına göre Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâmesinde Manisa şöyle anlatılıyor:
Manisa şehri,dumanlı dağın eteğinde doğudan batıya uzunlamasına kurulmuştur. Evlerinin yarısı dağa yaslanmış havadar evlerdir.. Hepsinin yüzleri kuzeye doğru bakar, yarısı da aşağı düzde yapılmıştır.Manisa şehri, tarihi büyük bir beldedir.
Manisa şehri kumsal bir zeminde kurulmuş olduğundan her tarafı taşlarla döşeli,kaldırımlı değildir.Fakat Bezazistan semtleri,Saraçhane ve Kavafhane çarşısı ve kalealtı ile Çeşnigir Camii civarı ve bütün mezat yerleri baştan başa usta eliyle döşenmiş beyaz taşlı,temiz kaldırımlıdır..
Halkı gayet pak, temiz ve zarif olduklarından çarşı ve pazar yerini temizlik amelelerine temizletip,sulatarak serinletirler.Herkes dükkanında tozsuz,topraksız tertemiz oturarak alışveriş yapar.. Bütün dükkan sahipleri Çin işi olan çini vazoların içine mevsiminde Gül, Sümbül, Fulya, Fesleğen, Leylak ve Zambak koyarak dükkânlarını süslediklerinden bu çiçeklerin kokusu caddelerden geçen insanlara siner.

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Çarşının bütün yolları Çınar,salkım Söğüt, Kavak ağaçları ve Asma fidanları ile süslenmiş olup,koyu gölgeliktirler.. Havasının güzel ve serinliğinden,kadın ve erkek müşterileri çoktur..
Etrak(Türkler) diyarı olmasına rağmen, eski bir hükümet merkezi ve büyük bir şehir olduğundan halkı anlayışlı güzel konuşur, kültürlü ve bilgili olup şairleri çoktur..
Vilâyet ahalisinin ekserisi sanat sahibi, kanaat sahibi ve ibadet sahibi olup, dostluğa çok kıymet verirler.. Halkın ekserisi yünlü kumaştan yapılmış ferace ile serhaddi ve kontoş(Osmanlı Devletinde yüksek makamdaki kişilerin giydiği giysi) ve nazik Boğazı Elvan bez giyerler..

Nice bin fukaralar,Mevlevi külahı üzerine Muhammed’i sarık sararlar..Kadınları siyah, mavi ve kırmızı renklerde beğendikleri çeşit ferace ve yünlü kumaştan yapılmış ferace giyen ve gayet terbiyeli hareket eden hatun kişilerdir..
Halk kazancını ekseriya el tezgâhlarında, Manisa alacası isimli kumaşı dokuyarak temin eder.. Mahâlli işlemeleri de meşhurdur.. İklimi, dört mevsim bir arada olduğundan havası mutedildir.. Kıblesi şehrin arkasındaki Duman Dağına bakar..
Bu şekilde güzel Manisa’mız,Yüce Rabbimizin nazar ettiği mamur bir şehirdir.”

Yine Evliya Çelebi’nin ifadesiyle, “Manisa Mimarimizin nadide eserleriyle süslenmiş Müzeyyen bir şehirdir… kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Hiç kalp kırdınız mı?”

Hiç kalp kırdınız mı veya kalbinizi kıran oldu mu? Sanıyorum insanoğluna özgü duygular bunlar. Zira başka hiçbir canlı da böyle bir duygunun var olduğuna inanmıyorum.

(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Evinizde beslediğiniz bir köpeğe kızarsınız, söylenirsiniz hatta yeri gelir bir tekme atarsınız, fakat yine de o size asla darılmaz. Kısa bir süre sonra sizi gördüğünde sevgiyle kuyruğunu sallar, sevgi dolu gözlerle bakar. Biz insanlarda durum başka. Kalbimiz kırıldığında tüm her şeyi unutursunuz, o olay sanki dünyanın en kötü olayıdır. Dünya başınıza yıkılmıştır. O insanı bir daha affetmemeyi düşünürsünüz. Onunla olan tüm iyi anılar birden bire silinmiştir hafızalardan. Belki şok olmuşsunuzdur ,böyle bir hareket beklememişsinizdir ondan. Ama olan olmuş, kırılan kırılmıştır.

Bir ihtiyar ile sohbet ediyordum. Zaten oldum olası yaşlı inanları severim. Anıları çok olur onların. Şiire meraklı bir ihtiyardı, hemen ayak üstü dörtlükler uyduruveren bir ihtiyarcık. Sohbet sırasında derin bir iç çekerek;

“Kırma dostun kalbini,
Onaracak ustası yok.
Soldurma gönül çiçeğini,
Sulamaya ibrik yok.”

Yüzünde, onca yılın çizgisi, ellerinde yıllarca toprakla uğraşmanın sağladığı nasırlarıyla ihtiyarcık böyle demişti. Sevgiyle bakan, artık iyice çukura kaçmış gözlerinde bir an parıldayan bir damla yaş gördüm. Belki geçmişte yapılan bir yanlışı anımsamıştı. Zaten yine onunla cezalar, kanunlar, hapishaneler üzerine yaptığımız bir söyleşide;
“Cezaevleri boşuna hoca efendi demişti. En güçlü ceza evleri vicdanımızdır. Vicdanın rahat olmadıktan sonra suçun af edilmiş, özgür kalmışsın ne çare? Vicdanın olmadıktan sonra en berbat mapus damlarının sana faydası ne?” demişti.

O günden sonra davranışlarıma, sözlerime, sosyal ilişkilerime daha bir dikkat eder oldum. İnsanları kırmamayı, kırılsam da kırmamayı ilke edinir oldum.
Bazen bilmeyerek de olsa birilerini kırdıysam ve o kırdığım insan bunu bana hatırlatırsa , o vicdan azabı bana zaten yeter. O insanı tekrar kazanabilmek için şartlar ne kadar zor olsa da yine de denemeyi göze alırım.İhtiyarın dediği gibi ” Onaracak ustası yok ” olmasına rağmen,usta titizliğinde olmasa da çıraklık mertebesinde çaba gösteririm.
Günümüz insanı daha gerçekçi, sosyal ilişkiler hep karşılıklı çıkarlar ile donanımlı. Kalp kırılmış, kırılmamış, dostluklar bitmiş, bitmemiş önemi yok. Önemli olan o günü kâr ile kapatabilmek. ” Dostum bana küsmüş, küserse küssün, onun bileceği bir iş ” mantığı hakim.

En güzeli geçmişte kalan dostluk değerlerine sahip çıkmak, bir birimize daha saygılı, daha hoşgörülü yaklaşabilmek, hepsinden önemlisi kişilere karşı içimizdeki o kahrolası önyargıyı yok edebilmek. Toplumsal barışı ve huzuru istiyorsak bunlar çok önemli unsurlar.
Yoksa o olmayan ustayı aramakla daha çok zaman harcarız… Kalın Sağlıcakla…

Unutulan Değerlerimiz ‘’Çeşmeler’’

Beylikler ve Osmanlı döneminde çeşmeler sokak dokusuna bir canlılık ve cazibe katardı. Peki ya şimdi ? 

Manisa doğal su kaynaklarının bol olduğu Dumanlı dağın (Spil) yamaçlarında kurulmuş bir şehrimizdir.Eskiden şırıl,şırıl akan dereleri vardı. günümüzde hatıra olarak Çaybaşı´ndaki dere kaldı.Dağın suları çeşitli su yolları ile şehrin sokaklarına dağıtılmış çeşmelerle halkın istifadesine sunulmuştu.Çeşme mimarisi diye bir yapı biçimi var.Hem gelişen zevk,Hemde suya olan saygı dolayısı ile çeşmelerin çoğu bir sanat eseri görünümü taşırdı.Beylikler ve Osmanlı döneminde çeşmeler sokak dokusuna bir canlılık ve cazibe katardı.

Çeşmenin suyu kadar estetik görünümüde bir şeyler söylerdi.Atalarımız yerleşim mahalli olarak genellikle dağ yamaçlarını seçmişlerdir. Bu durum savunmaya elverişli olması kadar,Su kaynaklarının bolluğu gibi sebeplere dayanır.Konum olarak Bursa ile Manisa´nın benzer yönleri vardır. Bursa sırtını Uludağ´a Manisa Dumanlı dağ´a(Spil) dayamıştır.Onun için ikisininde suyu boldur.Evliya Çelebi 1670´lerde geçtiği Manisa´da üçbin çeşme olduğunu yazar.Sayı abartılıda olsa,Şehirde Çeşmelerin çokluğunu gösterir.Bu çeşmelerden pek azı günümüze gelebilmiştir.Manisa´daki Vakıf Çeşmeleri bir rivayete göre 46 tane Vakıf çeşmesi varken bugün 9 Adet kalmıştır.Bugünkü Manisa´da Vakıf Çeşmeleri kaderine terkedilmiş,çoğu sorumsuz ve çarpık yapılaşma sonucu,Kimiside bakımsızlıktan dolayı perişandır.Selçuklulardan başlamak üzere Osmanlı sanatı içinde özel bir “çeşme mimarisi” vardır.Sıradan basit çeşmeler olduğu gibi,Çeşmelerin büyük çoğunluğu sanat değeri taşıyan yapılardır.

Medeniyet ve Sanatımızın bir yansımasıda çeşme mimarisidir.Klasik mimari zevkimizi maalesef her alanda kaybettik.Yeni yapılan camilerimizin pek çoğunda estetik nispetler yok.Evlerimiz tamamen taklit ve güya modern mimari eseri,Bundan çeşmelerimizde nasibini alıyor.Hayır sahiplerimiz çeşme yaptırmak istiyor fakat gelenek kaybolduğu için ve birazda ucuza getirmek amacıyla hiç bir mimari değeri olmayan çeşmeler yapılıyor.Manisa´dada durum faklı değil.görebildiklerimiz arasında sanat değeri bakımından bir istisna olarak,Morris Şinasi Çocuk Hastahanesi´nin bahçesine yapılan çeşme zikredilebilir.Ayrıca aynı Hastahane´nin karşısındaki “Salim Yavaş”çeşmesi dört cepheli olup”Klasik ve Modern Mimari bir sentezi”diye nitelenir.Evet bu çeşme emsallerine göre daha zevklidir.Ama gönül klasik çizgilerden daha fazla iz taşımasını isterdi.Mesela dört cepheye “Salim Yavaş” yazılacağına bazılarına usta hattat elinden çıkmış su ile ilgili ayet metinleri konabilirdi.Böylece geleneksel Çeşme Mimarisi ile bağ kurulmuş olurdu.Umudumuzla Ümit ediyoruz ki Tarihine sahip birileri çıkacak ve tarihin izlerini bizlere yaşatmaya devam edecek…

Kalın sağlıcakla…

Page 5 of 6

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén