Kategori: Köşe Yazıları Page 2 of 6

Çilem Duman’ın kaleminden; ”Bir müzisyenin hikayesi”

Eğer kalem elindeyse yazılmalı diye düşündüm. Bir müzisyenin hikayesi anlatmalı.Bir yılı geçkin süredir yaşadığımız pandemi sürecinde en çok etkilenen sektörlerin çalışanları arasında müzisyenler; melodilere hayat veren sesiyle veya enstrümanı ile ne zorlu dönemden geçmekteler. Bu arada o müzisyenlerden birtanesi de bu yazıyı kaleme alan Çilem Duman. İlk günlerde hadi dedim bir ay içinde toparlar karantinaya dikkat edelim maskemizi kullanalım çabucak geçer biter. Bu düşüncelerde olalı şöyle şu an bi baktım bir yılı geçmiş.




Peki ne yaptı bu süreçte müzisyenler? Hepsi evlerde süreci stresle izledi. Ama yılmadılar en, umutsuz anlarında dahi enstrümanlarına, sarıldılar. Ya da, şarkılar söylediler. Belki bir sosyal medya hesabından belki bir online konser ağından belki de evde kendisiyle kaldığı anlarda moral olsun istedi. İşte müzisyen olmak böyle bir duygu hali. Teselliyi yine kendinde müziğinde aradı buldu. Müziği de olmasaydı ne yapardı? Müziksiz bir yaşam kim ister ki? O zaman biraz daha müziğe müzisyene sahip çıkmalı… Konser alanları yaratmalı. Müzisyenin sanatçının motivasyonu alkış takdir edilmektir. Pandemi sürecindeyiz ve uzun süre daha bu devam edecek gibi…Herkesten bu anlamda biraz ince düşünerek biz müzisyenleri varlığını yaşatacak projeleri gerek siyasetçilerimizden gerekse belli makam mevkide ki değerli büyüklerimizden beklemekteyiz.




Online dünyada da olsa bize konser imkanları ile nefes olun… Bu arada bir kitap önerim de olacak değerli yazar Aynur Ayaz ve “Samiminiyet” kitabı günümüzde niyetin önemini güzelliğini anlatıyor. Buarada yeni single projem “YaralıKalbim” şarkımı dinleyin klibimi izleyin isterim canlar. İşte Pandemide müzisyen olmak böyle birşey biraz, takdir biraz alkış beğeni bizi daha da motive ediyor. Sözlerime burda son verirken kalın sağlıcakla Pandemisiz günlere canlar. Bizleri müzisyenleri yaşatın canlar.

Yazar Semih Ertürk’ün kaleminden; ”Arkeoloji ve Edebiyat”

İnsanlar daima arkeolojik hayal gücüne sahiptir. Bu, bir açıdan, geride kalan izlerin üzerinde sürdüğümüz günlük yaşamımızı yeniden kurmaya yönelik, hafife alınan becerimizdir. Bir başka açıdan ise, bu hayal gücü son 200 yıl boyunca mesleki bir bilim dalına dönüştürülüp geliştirilmiştir.  Modern edebiyatın gelişimi de aşağı yukarı bu kadar vardır. Şimdiyse geçmişse ait nesneleri ve anıtları kazıyor, katalogluyor, ölçüp tanımlıyor ve analiz ediyoruz. Ne zaman bilinçaltımızı kazısak ya da kişiliğimizin katmanlarını ortaya çıkarsak, arkeologları taklit etmiş oluyoruz. Şiir bize bunu sağlamıyor mu? El değmemiş mezarları keşfetmek ayrı bir şeydir, bizden önce yaşamış insanların faaliyetlerini ve eserlerini kendi hayatımıza dâhil edebilme ve sıradan deneyimlerimizin ötesinde düşünebilme kapasitemizi keşfedebilmek bambaşka bir şeydir. Arkeoloji, hatırlamamızın yollarından birisidir.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Edebiyatta bu görevde değil midir? Şiir, tarih öncesinin vazgeçilmez sözlü arkeolojisidir. Sözlü arkeoloji, nesiller boyunca oluşturulmuş ve aktarılmış şiirsel ögelerin derlenmesi işidir. Piktogramlardan, çivi yazısına, mağara resimlerine kadar her yerde bir sanat ve şiir vardır. Arkeoloji bununla da ilgilenmiyor mu? (Sözlü arkeoloji benim bulduğum bir kavram. Daha iyi anlamanız için.)  Dolayısıyla edebiyat işin yazılı ve sözlü kısmıyla; arkeoloji bunun tarihsel kalıntılarıyla ilgilenir. Mesela Gılgamış Destanı hem bir edebi üründür hem de arkeolojik bir buluntudur. Yazının öncesinde de edebiyat vardır. Ve bunu arkeoloji olmadan ispatlamak biraz zordur. Gerçekler yalnızca hikâye içindeyse bir anlam kazanır. Pek çok arkeolog özdüşünümü bir zayıflık gibi algılar. Arkeoloji, insanların tutkunu olduğu bir faaliyettir. İçimizdeki şevke odaklanır ve heyecana yol açar. Bir arkeolog, daha en başından nesnelerle, çevresel ortamlar ve bunların yorumlanmasıyla kendi arasında özel bir bağ kurar. Edebiyatta bu işi yapan şiirdir. Elbette herkes bu değişimleri onaylamaz. Arkeoloji tıpkı edebiyat gibi bizim yaptığımız bir şeydir, bizim için yapılan bir şey değildir. Geçmişin bizim yorumumuza ihtiyacı vardır.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Fikir ve görüşlerimiz olmadan bunun hiçbir önemi yoktur. Geçmiş, bu fikir ve görüşler sayesinde pek çok farklı anlam taşıyıp modern yaşama katkı sağlayabilir. Bu ilk başta oldukça karmaşık görünebilir. Geçmiş nesneleri bulup tanımlamaya yönelik bir kavram, olsaydı kimse kimsenin fikrine karşı çıkmazdı ama öyle değil. Gerçekler kuramlarla dolu, yüklü bir bavul gibidir. Nesnel bir şekilde okunamazlar. Kültür tarihi, pek çok arkeolojik araştırmanın temelidir. Bu arkeologların büyük çoğunluğunun yaptığını sandığı şey olarak görülmektedir. Eğer hepimiz aynı fikirde olsaydık, geçmiş çok sıkıcı bir şey olurdu. Ayrıca nasıl insan olduk gibi sorulara verilecek kesin bir cevap olduğunu düşünseydik, arkeoloji ve edebiyat bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Eserler, özelliklerine göre incelenirler. Bunlar; oluşum, ham madde, biçim ve bezeme üzerine yapılan gözlemler olduğu kadar, üretim teknikleri ve eserlerin bulunduğu, oluşturulduğu ortamlar ile beraberinde bulunan bedenler, hayvanlar, diğer benzer ya da farklı eserler olabilmektedir. Örneğin Köktürk Abideleri, Mısır Piramitleri, Çatalhöyük duvar resimleri, Göbeklitepe kabartmaları gibi. Bağımsız bir tarihleme bulgusu olduğu için miktar da önemli bir özelliktir. Tıpkı matbaa öncesi ve sonrası kitap basmak gibi. İnsan kendi ördüğü değerler ağına takılıp kalmış bir canlıdır. Kültürünü bu örülmüş ağlar olarak ele alır ve bunu yasa arayışında olan deneysel bir bilim değil de anlam arayışında olan yorumsal bir bilim olarak analiz eder. Bu açıdan da edebiyat ve arkeoloji benzerlikler taşır. Bence edebiyat bölümlerinde bir dönemde olsa bazı arkeoloji dersleri verilmelidir.


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Mesela Köktürk Abilerinin arkeolojik olarak da ele alınması tarihi ve gramerine farklı bir bakış açısı katabilir. Prehistorik Mimari’nin Asya boyutu gibi derslerden bahsediyorum. Anav, Keltimanar gibi kültürlerin öğretilmesinden bahsediyorum. İnsan kendi kültürünü en iyi arkeolojiyle öğrenir. Altın Zırhlı Adam buluntusunu tüm ayrıntılarıyla ve arkeolojisiyle öğrenen birisi bence tarihe de farklı bir gözle bakacak, benzer kültürleri tanıyacak ve sadece kendi kültüründe varmış gibi bir taraflılığa düşmeyecektir. Edebiyat ve arkeoloji koordineli hareket ederse Âdem’in boyunun 5 metre olduğu hurafeleri de böylece bitecektir. Mesela Klasik Arkeoloji’deki Mitoloji dersi Divan edebiyatını daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Çünkü buradaki pek çok olay Divan şiirinde de geçer. Gençlerimizi sınavla boğmaktansa onlara eğitimin zevkini tattırmak öncelikli hedefimiz olmalı. Edebiyat ve arkeoloji bu açıdan önemli diye düşünüyorum. Çünkü kültür ya da medeniyet; bilgiyi, inancı, sanatı, kanunu, ahlakı, gelenekleri ve toplumun bir üyesi olarak insan tarafından edinilmiş olan diğer tüm becerileri ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık yapının tamamıdır. Edebiyat bu mutfağın bir ürünüyken; arkeoloji bunun maddi kalıntılarını bir şekilde yakalayan konumundadır.

Semih Ertürk’ün kaleminden; ”Ben artık sen değilim”

Ağustos hep eylüle ulaşır nedense

En güzel yeşilinde yalnızlığın

Yosma bulutlar vardı

Dünyaya sizinle baktığımı bilmelisiniz güzeltirim

Sen nasılsın ben nasılım

Kediler balkonda hepsi et buluruz

Sıcaklığın dünyaya yayılmışsa payımı da alırım

Giderayak boktan şarkılara dayanıyorum

Kusuruma bamya

hayyyıır demek için bir Afrikalı çalıştım ben

ılık süt gibi hooohhh

kızların biri açık havada doğmuş öbürü kapalı

diyorlarkidiyorlarki bana

ben senin çok eski bir cümlenken

ko gelsin o da baktım eline ayarlı

hep altta kalmaz ki hatırla

ağaran kalbim senindir al okkadar

taş karışmasın diline




apışıp kalma bu yazlarda

natürmort tadındaki bir primat tedirginliğinde yaşama

atlar alınmış, üsküdar çoktan geçilmiş

ben istanbula çok benzerim

bir gurbet eyüp gibi durur

sanki siz sevilirmiş

“sen” sevilir değil mi?

Sen anlayasın diye söylemedim o şarkıları-sen anlayasın diye söylemiyorum

Ben ninni söylemiyorum, sen hiçbir zaman anlayamazsın beni

Çocukluğun ‘ç’siyle ikiz

Göğünaydın

Yüzünde görünmez bir şiir yazılı

Bir yerlere yıldırım düşüyorum

Uzaydan mı esiyor bu rüzgâr

Penguenler dalgın

Ben artık sen değilim

 

 

Semih Ertürk’ün kaleminden ”Olmayan sevgilinin hikayesi”

Şimdi seni düşünüyorum. Dörtlükler gereksiz geliyor. Canına yandığımın. Ellerin, gözlerin, bakışların ısıtıyor şu semserseliğimi. Nen yok ki? Biraz çay, biraz zeytin, biraz peynir az az hepsinden var gözbebeklerinde. 24 saat seni düşünüyorum. İşte dünyanın en ağır işidir bu. Acaba ne yapıyor, iyi mi, hasta mı, derken görsem bile yine de aklım çıkıyor. Sana bir şey olur diye, belki de oldu bilmiyorum. Bana oldu çünkü. Kalbimde bir kurt var, kemirir içimi. İyisi mi ben sevmeye devam edeyim. Bir gün lazım olur. Bunu anlatacak kedilerimiz belki çocuklarımız olur.


Zaman zaman kıskanıyorum çok değil belki bir muhabbet kuşu kadar. (Merak etme gören olmaz. Kalbinden söyle sende ben gibi.) Ama özlüyorum tarifi yok, mesafesiz, gecesiz, gündüzsüz. O eroin gözlerini, o yeleli saçlarını, siyah kuş tüylü küpelerini, ne bileyim işte seni sen yapan her şeyi. Ben ki senden önce bir ağlama duvarı gibiydim öyle halsiz, ruhsuz, melankoli içerdim günde üç öğün. Seni anlatabilmek öyle kolay olsa bana ne gerek vardı ki? Bunca şiire, söze ya da gazele. O gün sevdim seni sen de bilirsin. Eski zaman gözlerinin yalnızlığıydı. Saçların yanmış ateş içmiş gibiydin öyle çocuksu, öyle masum, öyle güzel. Sevmek cesaret işiydi o ejderha gibi olan seni. Küstah bahara daha vardı. Uyduruk mucizelerimle hep kandırdım: kendimi.


Bir bıkkınlığın var ama görsen bıkkınlık demezsin. Bir yorulmuşluk uğramış gözbebeklerine ama öyle böyle değil. Sanırsın doğurmuş tüm dünyayı. Bir sensin işte bu başka yok. Öldüm öldüm anla diye. Dualar edilen, mabetler kurulan, üzümtül gazeller yakılan filan. Öyle işte bile yazdılı. Bahtım da kara sırf sen uyu diye. Korkuyorum. Camgöbeği sözlerimden.

O inat neyse sen o oluyorsun o aşk neyse o olduğun gibi. Bekliyorsun şiirler gibi, papatyalar gibi, ben gibi, vapurlar gibi. Kolay gitmiyorsun kalp kalp atarken. Göz göz çekiliyorsun ciğerlere. Ve Tanrı haklı sonuna kadar. Havva kadar. Sen kadar. Âdem aşkından Şeytan kıskançlığından. Kitaplar okuyorsun, şiir yazamasan da. Şarkılar söylüyorsun yine Galata’da. Bir yağmur tutuldun Beşiktaş’ta. Sevmediğin. O siyah beyaz halinle. Beş dakika bekle git.  İnsanda insana tutulurmuş güneş gibi ay gibi.


Bunca yalnızlığı kaldıramaz oldum. Yarım kalmış hikâyemsin. Anlatsam kim anlayacak ki? Duvarlarım cebimde falan da değil. Memlekette şiir okuyan bir sen kaldın sanırım. Herkes sana yazıyordur olsa olsa, öyle ya… Öyle olması lazım. Alfabede harf bırakmadım. Hepsiyle yazdım. Bir ihtimal sende karar kıldım. Bilmiyorum, vallahi bilmiyorum. Delirecek oluyorum. Dört duvar arasında yaşar misalliyim. Herkes haklıydı ben hariç. Ama hayattan hep nefret ettim sen hariç. Seni inan seviyorum. Sadece gönlümle dilim anlaşamıyor ne diyecekleri konusunda. Semah yapıp duruyor kalbim. Yine lodoslarım tutuyor. Sen lodosları çok sevmiyorsun, migrenlerin tutuyor sonra.


Neyse. İnşallah seversin de kurtulurum ben de şiir yazmaktan… Tüm şiirlerim sana hep çünkü anlıyor musun? Fakirin umudu gibi umarım anlamanı. Bin yıllık esaret gibiyim, kaçamıyorum senden. Kimseyi koyamam daha aynalara, rüyalarıma, ellerime, gözlerime falan da. Anlıyorsundur umarım. Eğer anlamıyorsan demek ki ben hep bir yabancı dil gibiydim. Seni sözlük sözlük ezberliyordum. Sesini bir gökyüzü gibi tuttum içimde. Çocuksuluğumla kalplerindeki salıncaklarda sallandım. Niye kendinle belalısın ki? Rahat bırak kalbini. Ben de aşkın var. Sev gitsin işte… Al sana mensur şiir…

Çilem Duman’ın kaleminden; ”2020’ye veda ederken”

2020 de ne çok sınandık. Sabırla, sağlıkla, iyilikle, kötülükle ve bir çok yaşanmışlıklarla...

Sevdiklerimden ne çok sınanan oldu özellikle 2020′ nin Pandemi diye öğrendiğimiz sürecinde bir çok varlığı ile hayatımda yer alan sevdiklerimle… İzmir’imde yaşanan deprem sevdiklerim onlar için dualarım Covid sebebiyle mücadele eden sevdiklerim bazıları yendi ama bazıları da ebedi istirahatlerine yol aldı… Hayat bir sınav canlar ve bizler ölümsüz değiliz… Sadece, bugün var desem doğru olur değil mi? Anda kaç kişimiz kalabiliyor? Peki bugün kadar kısa ama sanki bir o kadar uzun ömrümüzde ne kadar iyilik ile ruhumuzu besleyebiliyoruz? Bu süreç hepimiz için farkındalığın farkedilmesi gereken bir süreç… Dünya öyle bir hal aldı ki idrak etmek gereken bir çok şey var. Burda çok değerli bir İsimden bahsedeceğim sizlere. Maalesef ki Covid virüsü yüzünden Profosör Orhan Kural hocamızı kaybettik.

En son temmuz ayında sosyal mesafe ile yaptığımız Gezginler Klübü Gezi Evi Müzesinde artık bu dünyaya bırakacaklarını bizimle paylaşıyordu hocamız. Üç dört kişi sevdiği dostları birarada bunları konuşurken hocam Allah uzun ömürler versin bunları konuşmak beni sizinle ilgili üzer dediğimde bana “Üzülme sakın sadece, farket hepimiz bu dünyadan gelip geçiyoruz ama yaptıklarımız ile iyi izler bırakalım” dedi ve güzel bir gülüşle de bu fikrini noktaladı. İşte farkında hayatını insanlık, iyilik doğa, çevre, güzelliklere adamış iz bırakan sevgi ve, saygı ile değer verdiğim bir hocam büyüğüm yol gösterici dedim. Aramızdan ayrıldı ama o hep bizimle düşünceleri, azmi, sevgisi, saygısı herzaman örnek olacak.Orhan Kural hocamıza biz gençlere sanata müziğe verdiği saygı, ehemmiyet ve destek sebebiyle herzaman teşekkürlerimi sunacağım vefa ile anacağım… Herkes bir farketmenin yolculuğuna çıkmalı.

2020 belki biraz farklı zorlukla bir dünyayı bizlere gösterdi. Bu demek değilki herşey olumsuz yine de böyle düşünmeyelim sevdiklerimize sıkı sıkı sarılalım soyut manada.. Malum bu ara sosyal mesafe reel hayatta en büyük önlem… Elbette pandemi süreci de son bulacak… Biz iyiliklerle dünyamıza ışık tutalım hem kendimize hem de yanımızda olan tüm hayatımızdaki güzel insanlara… 2021 için umutlarımız yeşersin ve farkındalıkla dolu harika bir yıl olsun… Sevgilerimle 2020 yi uğurluyorum değerli okurlarım…

2021 de buluşmak üzere…

Çilem Duman
cilemduman@dskultursanat.net

Emre Tamirciler’in kaleminden ”İs Kokusu”

Soğuk merhabalar, nice fırtınaların kopacağı haberin verir, değil mi?

Böyle soğuklarla büyüdük işte seninle.Kirpiklerimizin selamlaşmasıyla anardım seni bir vakit, gözlerimizin kucaklaşmasıyla, katılaşmış yüreğimin çırpınışlarıyla anardım. İçinde sen olan Hayaller yaşardı çocukluğum…


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Mesela çantanda evimin anahtarı, banyomda diş fırçan, bornozumun yanında saç havlun olmasını düşlerdim. Şimdi haftanın 3 günü jilet kesiği soğuklar yaşıyoruz ikimizde. Yetmiyor; geceleri göz kapaklarıma yerleşiyor gülüşlerin. Uyku saati kaçıyor ve seni yaşattığım efkâr masama geçip başlıyorum yazmaya. Saatin bir önemi yok. Anılarımızı yaşatan fotoğraflara bakarken, gözlerimden bir şeyler düşüyor ve seni yaşattığım her harf birbirine giriyor. Kafamı anlıkta olsa dağıtabilmek adına, sosyal medya hesaplarıma göz atıyorum. Çoğu insanın mutluluğunu, fotoğraf karelerine taşıdığını görüyorum. Sonra bir gencin sevgilisine kavuşma anını yaşatan videoyu izliyorum. Kül tabağımı çekiyorum önüme…

Farkettim de; içimde doğduğun günden bu yana çok fazla sigara içiyorum. Ellerimde sigaranın bıraktığı “is” kokusunu yaşarken, sol elimin parmaklarında oluşan sarartıları görüyorum. Ardından sağ elime bakıyorum, o da seni yazarken mürekkebe bulanmış. İki elim ne kadar da birbirinden bağımsız öyle değil mi? Tıpkı b/iz/im gibi…


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Bazı hayatlar dile getirilmezmiş. Dile getireyim derken dil Dönmez lâl olurmuş. Konuşamazmış insan mesela, anlatamazmış içindekileri. Ama karşı taraf anlarmış yine de; göz bebeklerinin büyüdüğünü, içinin titrediğini… Ama görmezden gelirmiş. O vakit iki tarafta kazanmadan kaybedermiş, bunu seninle öğrendim.

Son gelişlerimde yüzüme bakmadığını farkediyorum. Mühim değil ama, sırtını dönmene anlam veremedim. İnsanları sırtından vurmayı sevmem ben. O yüzden bana yüzünü dön, gözlerime bak ve kalbimiz çarpışsın seninle. Sonra seni yaşattığım şiirler dökülsün dilimden. Kimsesizliğe yazılan şiirler değil ki onlar, sahibini arasın be kadın! Sahibi sensin; sevgimin de, öfkemin de, şiirlerimin de…


(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});

Hadi bak gözlerime…
Ölüme fısıldar gibi fısıldayacağım şiirlerimi
Sana söz; geride bırakacağım tüm geleceğimi…

 

Emre Tamirciler
emretamirciler@dskultursanat.net

Emre Tamirciler’in kaleminden ”Ve büyüyorsun”

Yine merhaba sevgili beyaz sayfam. Kirlenmemiş düşlerim, çocuk masumiyetiyle kurulmuş cümlelerim… Anlatmaya nereden başlasam inanın bilmiyorum. Tek bildiğim ise insanların ne kadar bencil ve küstâh oldukları. Bir sohbet anında bile gözlerini kısarak seni dinlemeleri ve kurduğun her bir cümlenin altında bir şeyler aramaları. Çekiniyoruz evet; gün boyu beraber olduğumuz, yediğimizin – içtiğimizin ayrı gitmediği, her daim beraber olduğumuz insanları karşımıza alıp hoş sohbet ettiğimizi düşünürken, o insanların senin gibi düşünmediğini gördüğümüzde bir şeyleri, paylaşmaya çekiniyoruz.




İçimizin samimiyetiyle yaptığımız sohbetin sonucunun negatif sonuçlar doğurması, canımızı da yakmıyor değil. Bunları gün gün yaşadıkça, çocukluğumuzda yaşadığımız masum duyguları iç geçirerek anımsar olduk. Sizi bilmem ama, ben defalarca soruyorum kendime;Neden bu kadar kirlendi dünya? Neden kirlendi insanların düşleri ve neden arttı gün gün yaşanılan ihanetler? Bütün ihanetleri bir araya topladım ve ihanetler kehaneti doğurdu. Yani demem o ki tahmin edebiliyorum artık bazı şeyleri. Oysa çocukken böyle miydi? Ne ihanet kavramını bilirdik ne de kehanet kavramını. Ama zaman öyle bir şey ki, her vakitte bir şeyler öğretiyor insana.

Yüzüne Gülen insanların, aslında yüzüne güldüğü kadar masum olmadığını ortaya koyuyor hayat. Ve büyüyorsun…Acı gerçeklerle, özlemini yaşadığın duygularla, yaşlanıyorsun! Sabahları mutsuz uyanıyorsun mesela. Çocukluktaki gibi başını yastığa koyduğun vakit uyuyamıyorsun. On beş yıl önce yaşadığın çocukluğuna hasret duyarken, uykularını kaçırana bir sigara yakıyorsun.




Büyüyorsun…

Büyümek demek; yaşının bir rakam daha artması değil, yaşadıklarının seni olgunlaştırmasıdır aslında.

Büyüyorsun…

Ayna karşısına geçtiğin zaman eskisi kadar içten gülmediğinin farkına varıyorsun. Gülerken gözlerinin kenarında kırışıklıklar olmuyor mesela. Büyüdükçe kaybediyorsun masumiyetini, samimi-niyetini, tertemiz duygularını… Yaşadığın her bir olay saçlarına yıldızları düşürüyor. Ayna karşısında kendini dikkatlice izledikten sonra anlıyorsun; geç kalıyorsun yaşamaya, günün getirdiği güzellikleri tatmaya…




Hayatında bulunan iki insan arasında “git – gel”ler yaşıyorsun. Sonra ilkinin üzerini karalayıp daha dün tanıdığınla yolculuğa çıkıyorsun. Ve bir süre sonra o yolculuğa çıktığın insan seni yarı yolda bırakmadan önce aklın “üzerini karaladığın” insana kayıyor. Bazen gözlerinlede onu arıyor ‘ ama aradığın yerde bulamıyor – göremiyorsun. Çok kötü değil mi sizce, ardında bıraktığını bir daha görememek…?

Yoluna devam ederken, dikiz aynasını izliyor ve geçmişini arıyorsun. Sonra bir kaza yapıyorsun, o beraber yola çıktığın her kimse hayatını kaybediyor ve sen geçmişinden merhamet dileniyorsun. Üzülüyorum be çocuk, üzülüyorum. Yaşın otuzu devirdi belki ama, sen hâlâ toz pembe görüyorsun hayatı. Düşünemiyorsun ! Bunu yapamadığım gibi; çevrendeki masumları da peşinden sürüklüyor, dizlerinizi kanatıyorsun. Yetmiyor, kanayan yaralarına tuz basıyorsun. Ve sonra diyorsun ki; benim gibi insan mı var yer yüzünde? Araştır! Bir bak bakalım; senin gibi bir insan lazım mı acaba yer yüzüne?




Hiç birimiz, gökyüzünden yere düşen yağmur damlacıklarıyla gelmedik dünyaya. Bu yüzden üzerime basıp geçmenin bir anlamı yok!

Ama sen yine de vazgeçme düşüncelerinden. Birinin üzerine basıp, onu çiğneyerek yükseldiğini – yükselebileceğini farzet. Bir gün elbet toprak olup, çürüyüp gidecek bedenim. Beni örtmek için, bastığın toprak, elbet göçüp çukur olacak. İşte o zaman o çukura sende düşeceksin. Sonra rahmet yağacak gökyüzünden, çamura bulanacaksın. O vakit seni kurtaran da olmayacak. Bunları bilerek nasıl yazıyorsun deme. Sen Bana ihaneti, ben seninle kehaneti öğrendim. Senden sonra şaşırmayacağım hiçbir şeye. Çünkü büyüyorum !




Jilet kesiği soğuklarla sen büyüttün beni çocuk ! Sen yara açtın kalbimin derinliklerine. Yazılar yazdığım yarabantlı defterimin üzerini kapattığım gibi, yaralarımı kapatamadım. Çünkü kesiklerin kanamayı durduramadı. Kanayan yaralar da kabuk bağlamadı, bunu seninle öğrendim !

Bilmiyorum, kaç mevsim daha kanarım, bilmiyorum kaç jilet yarası daha alırım seninle. Ama şunu hiç bir zaman unutma; yaşattığın kadar yaşar, akıttığın kadar kanarsın bu hayatta. Dilerim birgün akıttıklarına boğulmazsın. Şimdilik hoş-çakal.

 

 

Emre Tamirciler’in kaleminden ”Bir umuttu”

Merhaba sevgili beyaz sayfam. Uzun zamandır yazmıyorum. Bedenimin, aklımın yorgun süreçlerden geçtiğini belirtmek isterim öncelikle. İşimden geriye kalan zamanlarda ruhumu dinlemeye bıraktım. Aklım bin bir düşüncelerle boğuşurken zor nefes aldığım bilinsin yeter. Bazen nefes alıyormuş gibi hissederken, çoğu zaman boğuluyormuşum da farkında değilmişim.




“Bir yol göster bana Allahım” diye dualar ederken Rabbime, kendimi ulu caminin içerisinde gözyaşlarıyla ibadet ederken buldum. Namazımın sonunda ellerimi semâya kaldırmış “Allahım hakkımda herşeyin hayırlısını nasip eyle” derken yüreğime yerleşen huzurun tarifi yoktu. Öyle içten ediyordum ki dualarımı; bedenimin titrediğini, gözyaşlarımın parmak uçlarıma damla damla düştüğünün farkına vardım. Üç huzurum tarifsiz. Duamı ettiğim günün gecesinde saat 03:00 sularında bir anda uyandım. Neye uyandığımı, niçin uyandığımı bilmiyorum. Odamın penceresini araladığımda, Kasım ayı içime işliyordu. Bir sigara yakmak istedim. Ellerim (onun ellerinin dokunduğu) sigara tabakamı arıyordu. Buldum sonunda. Bir çakmak sesiyle yaktım sigaramı. Kasım ayı üşütse de; içimi ısıtan hayallerle karanlık sokağımı değil, elleriyle tutup fotoğrafını çektiğim tabakamı izliyordum. O vakit Sezai Karakoç’un yazmış olduğu mısralar geldi aklıma. Sigaramın dumanına yerleşen portre ve titrek sesimle karanlığı izlerken o mısralar döküldü dudaklarımdan;

Sen geldin ve benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi ve üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin
Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu
Bulutlar geldi, altında durduk
Konuştun, güneşi hatırlıyorum
Gariptin! Yepyeni bir sesin vardı
Bu ses öyle benim, öyle yabancı
Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı…




Dizeler sonlandığında sigaramdan son nefes aldım. Üflediğim dumanımda suretin canlanıyordu. Kirpiklerinden öperek iyi geceler diledim. Titreyen bedenimi sımsıcak yatağımın içine hapsettim. Titredikçe daha çok titriyordum. Soğuk bir iş günü, gözlerinin kahvesinden yudumladığım kahvenin telvesi yerleşti dudaklarıma. Saat sabaha karşı 04.00. Ne çabuk geçmişti o bir saat. Seninle alakalı düşüncelere daldım yine. Adını sayıkladığımda güç buluyordu yorgun bedenim. Vücudumun titremesi yavaş yavaş son buluyordu. Saat 05.00 sularında yine uykuya daldım. Huzurla… Sabah alarmının çalmasıyla ok gibi fırladım yatağımdan. Elimi, yüzümü yıkayıp iş kıyafetlerimi giydim. Demli çayımla beraber bir kaç lokma geçti boğazımdan. Her sabah kahvaltı da bana eşlik eden anne-babamı öptüm Yıldız düşmüş saçlarından. “Allah’a ısmarladık” diyerek çıktım yola. Annem her zamanki gibi dualarla yolcu etti. Öyle çabuk hallettim ki işlerimi, yine yanında buldum kendimi. Her zamanki samimiyetinle “Hoşgeldin” dedin. O an içimde açan güllerin sayısını bilmiyorum. Bilirsin, iş esnasında ara vermeyi sevmiyorum. Tüm işlerini bitirip yanıma geldin. Titrek ama narin ellerinle bir sigara ısmarladın dudaklarıma. Ardından sigaramı yaktın. Aslında yüreğimin ateşiyle sigara değil, ikimiz de yakardık biliyor musun? Nereden bileceksin ki…

Bana benim sana baktığım gibi bir kere bile bakmadın biliyorum. O yüzden anlayamazsın içimde alev alan coğrafyamı. Muhabbetimiz devam ederken bir sigara daha ısmarladın titreyen dudaklarıma. Şekerli bir kahve yaptın. O an “bir kahvenin 40 yok hatrı vardır” cümlesi geçti aklımdan, dilim lâl oldu söyleyemedim. Çok ayrıydı tadı, bamb’aşkaydı.

Yine veda zamanı geldi, yine veda ettik birbirimize. Bir çok vedaya şahit oldum ama bu bamb’aşkaydı. Sanki bir daha o kahveyi içemeyecek gibiydim. Öyle de oldu…

Geçen gece, uzun zamandır bir kadına yazılar yazmadığımı farkettim. İmzanı attığın kalemimi aldım elime ve seni yazmaya başladım. İçimden sonbahar yaprakları gibi dökülen satırları yazarken nerede hangi karanlık sokakta yazdığımın hiçbir önemi yoktu. İçimi ısıtan kadınla beraberdim, seninleydim kahve gözlüm.




Bu satırları yazdığım vakit yanından ayrıldığım ilk saat… Dün gece dost meclisinde otururken sürekli senden bahsettim. Herkes hakkımda hayırlısını diledi, huzur buldum. İçimde bir çocuğun bayram sevincini yaşıyordu gençliğim. Bu kez mutluluktan yaktım sigaramı. Sosyal medya hesabıma girdim. Suretinden bir yudum almak adına profilini ziyaret ettim. Bir akşam yemeğinde çekilmiş fotoğrafını gördüm. Ardından profil fotoğrafının değiştiğini, Gülen yüzünle birlikte ellerinde kırmızı gülleri gördüm. Bir fotoğraf karesine ne kadar bakılırsa o kadar uzun baktım ona. Ardından hâl-hatır sormadan “Bu çiçekler kimden?” Mesajını yazdım. “Erkek arkadaşımdan” diye bir mesaj geldi senden. Şok oldum. Daha geçen hafta, sıcak sohbetimizle beraber içtiğimiz kahvenin tadı yerleşti boğazıma. İçimi yaktı…

Mesajına karşılık verdim “hiç bahsetmedin” diye. Bir yanıt daha geldi senden “fırsat olmadı”Ardından “mutluluklar” dileyip titreyen ellerimde bir sigara daha ısmarladım dudaklarıma. İçim acıyordu…




O an yan masada duran çalmağı almak istedim. Doğruluk ayağa kalkmak istediğimde ayaklarımı hissetmiyordum. Gençlerin birinden çalmağı vermesi için rica ettim. İlk nefesi nasıl çektiysem içime, bir anda öksürmeye başladım. Başımı kaldırdığımda karşımda duran boy aynasına baktım. Kan kırmızısıydı gözlerim. İçimde kopan fırtınalarla devam ettim içmeye. Biten sigaramın ateşiyle bir sigara daha yaktım. Bir sigara daha, bir sigara daha… paketimin bittiğini farkettim. Titreyen ellerimi paltomun cebine koydum. Çevremdekilere “iyi geceler” dileyerek ayrıldım yanlarından. Adını sahil kıyısına kocaman harflerle yazdığımız yeğenim Cansu’nun yanına gittim. Sımsıkı sarıldım ona. İyi geceler dileyerek saçlarından öptüm, geçtim yatağıma. Yine dualar ettim Allah’a. Tüm insanlık için sağlık, huzur, mutluluk ve hâyır dileyerek daldım uykuya.

Ve bu gün yine çalıştığın yere geldim. Soğuk bir selamlaşmayla karşıladık birbirimizi. Dikkat ettiğim bir şey vardı; yüzüme bakmıyordun. Önemi yok, gözlerinin kahvesinden içtiğim kadın. Sen yeter ki mutlu ol.

Unutmadan! Son bir selamlaşmamız kaldı seninle. “Doğmamış bebeğine bir mektup yazmanı istiyorum” senden. Çünkü sana merhametinle veda etmek istiyorum.

Hoş-Çakal

Emre Tamirciler
emretamirciler@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Atatürk’ün anısına”

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir kurtuluş destanının en büyük kahramanı olarak sadece tarih sayfalarının derinliklerinde değil yüce Türk milletinin kalbinin tam ortasında sevgi yumağına sarılı bir halde bulunmaktadır. Atatürk’e olan sevgi ve saygımız dünya var oldukça devam edecektir. O’nun vatanı adına yapmış olduğu hizmetleri gelecek nesillerimize en iyi şekilde anlatmalı ve öğretmeliyiz. Anlatmalıyız ki çok büyük zorluklar içerisinde kazanılan Kurtuluş Savaşı’nın ve kurulan cumhuriyetin değeri daha iyi anlaşılsın.




Atatürk’ü anlamak onun fikirlerini çok iyi bilerek tatbik etmekten geçer. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması bir devrin yeniden yazılmasıdır adeta. Yurdun dört bir yanı işgal altında inlerken, bağımsızlık ateşi hiçbir zaman sönmeyen Türk milletine önderlik yapan Atatürk, milletimizin esaret altında yaşamasını aklının ucundan bile geçirmeyerek, tarih sayfalarındaki, inancın zafere dönüştüğü, en büyük bağımsızlık savaşının mimarı olmayı hak etmiştir.




Atatürk’ü anlamak onun ilke ve inkılaplarını çok iyi bilmek ve uygulamak demektir. Kurulan cumhuriyetin manasını çok iyi bilmeliyiz ki cumhuriyete daha çok sahip çıkalım ve koruyalım. Atatürk’ün halkını ülke yönetiminin tek sahibi yapması, ülkenin öz kaynaklarını da milletin hizmetine vermesi, O’nu son derece, diktatörlükten uzak, vatan ve millet sevdalısı bir lider olarak karşımıza çıkarmaktadır. Kendisini Türk milletinin bağımsızlık mücadelesine adayan Atatürk, hiçbir zaman şahsi menfaatini düşünmemiş, sadece milletin menfaatleri doğrultusunda hareket etmeyi yegane yol olarak görmüştür.1938 yılından beri, her 10 Kasım, Ata’mızı kaybetmenin verdiği büyük hüznün yanında, onu daha iyi anlamanın gereğinin ortaya konulması gereken bir gün olarak ta değerlendirilmelidir. O’nun hayatını, ilkelerini ve bizden yapmamızı istediği şeyleri, bilimsel olarak ortaya koymak ve uygulamak, bizlerin birinci vazifesi olmalıdır. Atatürk devrimleri bugün bir çok ülkede örnek olarak kabul görmüş bir vaziyette ele alınmaktadır. Bağımsızlığını tam olarak kazanamamış bir çok ülkeye Atatürk devrimleri, ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Bütün bunlar Atatürk’ün evrensel bir dünya görüşünün mimarı olduğunu da göstermektedir.




Bizler her 10 Kasım’ı, bıraktığı eserlerin izinde, ülkeyi daha da ileriye götürebilmek adına neler yapılabileceğinin ortaya konulması gereken bir gün olarak görmeliyiz. 10 Kasım’ı, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni bizlere emanet ettiği bir gün olarak düşünmek, sanırım doğru bir yaklaşım olarak kabul görecektir. 10 Kasım günü, Atatürk gençliğine yakışır, ülkemizi ileriye götürebilecek her türlü proje ve çalışmaların yapıldığı, ortaya konulduğu ve desteklendiği bir etkinliğin geleneksel hale getirilmesi tavsiyesinde de bulunmak istiyorum.




Atatürk’ü her 10 Kasım’da daha iyi anlamak ve anlatmak hepimizin görevi olsun ki! Bizden sonraki nesillerimiz onu daha iyi anlasın. Şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış bu aziz vatanın nasıl ayakta kaldığını öğrensin ki, bayrağına ve vatan toprağına daha çok sahip çıksın. Her türlü iç ve dış düşmanlara karşı uyanık ve hazırlıklı olabilsin.Ve onu anlamak adına Atatürk’ün bir sözüyle yazımıza nokta koyalım. İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!Bu güzel dizelerinden sonra Ülkemizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü rahmet ve minnetle anıyorum. Ruhu şâd, mekanı cennet olsun..
Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Yüksel Itak’ın kaleminden ”Nemelazımcılık”

Osmanlı’nın yıkılış sebeplerine dair çok şey söylenip yazıldı.

“Yeniçeri’nin yozlaşması” dendi,

“Sanayi Devrimi’nden geri kalması” dendi.

Belki de söylenegelen sebeplerin hepsinde birer hakikat payı vardı. Fakat yıkılışın önemli bir sebebi var ki, Osmanlı’nın hem de en zirvede olduğu zamanda dile getirilmişti:

Nemelazımcılık.

Bu sosyal kara delik tarih boyunca, nice fert, topluluk, cemaat, devlet ve imparatorluğu yutmuştu.

Kanuni Sultan Süleyman, devletini olabilecek en yüksek seviyelere çıkarır ama, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür…

Birçok meselede olduğu gibi, bu endişe edilecek düşüncesini süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine, kerametine inandığı Yahya Efendi’ye el yazısıyla bir mektup gönderir:

“Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?” diye özetler endişesini.

Devrin kudretli sultanı Muhteşem Süleyman’dan gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır:

“Nemelâzım be Sultanım!”

Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir mana veremez, endişesi daha da artar. Zira Yahya Efendi gibi bir zat, ciddi bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi, vermemeliydi…




Söylenmeye başlar:

“Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?”

Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergahına gider. Bu sefer sitem dolu bir şekilde:

“Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar.

Yahya Efendi duraklar:

“Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “nemelazım be sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mana çıkarıyorum.”

Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri tarih gergefine nakşeder:

“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa…




İşitenler de nemelazım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de, çobanlar yese; bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese,işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir…”

Söyleneni dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, başını sallayarak da bunları tasdik eder. Söz bitince ikazlarının devamı için tembihte bulunur süt kardeşine. Sonra da memleketinde kendisini ikaz eden böyle bir alim olduğu için Allah’a şükrederek oradan ayrılır…

Devletlerini yükseltenler, fetihler yapanlar “nemelazım” demediler.

“Ne güzel kumandan..!” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Trabzon dağlarını aşarken yanında Karamanoğlu’nun kızı olan halası bulunmakta idi…

“Sultanım” dedi halası, “bunca zahmete değer mi bir kefere için?”

O koca sultanın ayağında gut hastalığı vardı, o zaman ve sarp dağlarda, karların üzerinde atıyla giderken büyük acılar ve zahmetler çekiyordu. İşte hala yüreği buna dayanamamıştı…

Fatih, döndü ve halasına şöyle dedi:

“Bibi (hala), bizim zahmetimiz din-ü devlet içindir, i’la-yı kelimetullah içindir, şahsımız için değildir. Eğer bu zahmeti çekmezsek bize ‘gazi’ demek yalan olur!”




Evet, imparatorlukları “nemelazımcılık” yıkar, ama onları, bir vazife doğduğunda:

“Bunu kim yapar?” sorusunu duyar duymaz, sağına soluna bakmadan:

“Ben varım!” diyenler kurar ve yaşatır…

Bu kıssa’dan bir nebze olsun hisse çıkarıp,

Vatanımızın, milletimizin, devletimizin bekââsı için bir olup, birlik olup kenetlenerek, şahsi menfaatleri bir kenara bırakarak gelecek kuşaklarımıza güçlü bir vatan, güçlü bir millet, güçlü bir devlet bırakabiliriz … Unutmayın “Nemelazımcılık” vatanını, milletini ve devletini düşünenleri değil, kendi çıkar ve menfaatlerini düşünenleri yıkar.

Kalın sağlıcakla…

Yüksel Itak
yukselitak@dskultursanat.net

Page 2 of 6

Powered by WordPress & Theme by Anders Norén